Sunday, December 22, 2013

İrlanda İzlenimleri 3: Barış Antlaşmasından Sonra

Barış Antlaşmasından Sonra

Barış süreciyle birlikte tutsak erkeklerin eve dönünca birçok çocuk yıllar sonra babasını görüyor. Aile içi şiddet artıyor. Savaş döneminde tacize uğrayan birçok kadında alkolizm ve uyuşturucu kullanımı sorunları başlıyor.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
20 Aralık 2013, Cuma 00:01
Demokratik Gelişim Enstitüsünün düzenlediği Çatışma Çözümünde Kadınların Rolü konulu çalışma gezisinin ikinci gününde Belfast’taki Kuzey İrlanda parlamentosuna giderek bir zamanlar en çok aranan “terörist”i ve bugün Sien Fein’den milletvekli olan Chrissie McCauley ile Sien Fein Lideri Gerry Adams’ın odasında görüşüyoruz.
McCauley 7 yıldır parlamentoda görev yapıyor. 15 yaşından beri hareketin içinde olduğunu belirtiyor. “1969’da İngiltere ordusunun gelip bizlere saldırmasına bir tepki olarak sokaklara çıktık. İngiltere ordusu evlerimize kadar girdi. İnsanlar evlerinden çıkarıldı, bizlere ayrımcılık yapıldı. Oy kullanma hakkımız elimizden alındı. Ben de sokaklarda insanların haklarını savunmaya başladım. 1975’te Dublin’de cezaevine atıldım. O dönem hapisteki tek kadın siyasi tutukluydum. Hapisteyken diğer tutuklular için mücadele verdiğim için  sürekli ceza alıyordum. Thatcher politikaları yüzünden hapiste açlık grevleri oluyordu, dışarıdaki kadınlar da bu protestolara katıldı. Hapishanelerde çok acı çekildi. Thatcher’ın politikaları yüzünden hapishanelerdeki açlık grevinde yoldaşlarımızı kaybettik. 79’da hapisten çıktım, Sien Feine katıldım” diye özetliyor siyasi geçmişini.
İrlanda’da 1998’de imzalanan Hayırlı Cuma antlaşması, halk arasındaki deyimiyle Barış Antlaşması sonrası neler yapıldığı gezi boyunca ele aldığımız konulardan biriydi. McCauley çatışmayı oluşturan nedenlerin birçoğunu tartışmadan barış anlaşmasını imzaladıklarını, birçok konunun barış anlaşmasından sonra tek tek ele alınmaya başlandığını belirtiyor. Bu süreçte sivil toplum, özellikle de kadın merkezleri önemli işlevler görüyor.
Çatışma sürecinde çoğunlukla erkeklerin tutsak olmasından dolayı kadınlar hem aileleri hem de yerel topluluklarını bir arada tutmaya çalışıyorlar. Öte yandan çatışan 2 toplum arasındaki sınırlı ilişkiyi de kadınlar devam ettiriyorlar. Savaş döneminde birçok kadın okula gidemiyor.  Barış anlaşması sonrası artan kadın merkezleri çocukların okul sorunu gibi daha çok sosyal konularla ilgilenmeye başlıyorlar. Yine kadınlar için okuma-yazma kursları, istihdam kursları, kişisel gelişim, özgüven gibi çeşitli eğitimler başlatılıyor.
Barış süreciyle birlikte tutsak erkeklerin eve dönmesi de çeşitli sorunları beraberinde getiriyor. Birçok çocuk yıllar sonra babasını görüyor. Aile içi şiddet artıyor. Savaş döneminde tacize uğrayan birçok kadında  alkolizm ve uyuşturucu kullanımı sorunları başlıyor. Barış Antlaşmasından sonra da politikacılar daha çok makro politika, erkek tutsaklar gibi konulara yoğunlaşarak, kadınların sorunlarını göz ardı ediyorlar.
Kuzey İrlanda’nın en önemli sivil toplum örgütlerinden biri olan Kuzey İrlanda Komünite Vakfı’nın Başkanı Avila Kilmurray barış antlaşmasından sonra birçok kalkınma programının  devreye girdiğinden bahsediyor. Kuzey İrlanda kent ve kırsalında sayıları 5000’i geçen  yerel kalkınma grupları hem Kuzey İrlanda hükümeti hem de AB’den gelen fonlarla topluluk temelli çeşitli kalkınma programları başlatıyorlar. “Büyük politik sorunlardan çok, günlük yaşamdaki pratik sorunlara baktık ve bunlara eğildik” diye anlatıyor Kilmurray bu süreci. AB’den gelen kaynaklar ile hem Kuzey İrlanda içinde hem de sınırlar arasında (Kuzey İrlanda-İrlanda) ortak aktiviteler yapılıyor.
Aynı gün öğleden sonra savaş dönemi hapishanelerine ilişkin bir müzeye dönüştürülmüş olan tarihi Tar Anall binasında eski kadın mücadeleci ve tutukluları ziyarete gidiyoruz. Tall Anall girişindeki çeşitli işkence aletleri savaş döneminin dehşetini tüm çıplaklığıyla yansıtıyor. Eski tutsaklar tarafından yönetilen binada eski tutuklular ve ailelerine çeşitli hizmetler veriliyor, Burada çalışan kadınlar barışın sürdürülebilirliği için uğraşıyorlar.  Siyasi tutuklular için bugün en önemli sorunlardan biri eski sicillerinin silinmemiş olması. Bu siyaset yapmaların engel değil, ancak iş bulmaları, yurtdışına çıkmaları için ciddi bir engel. Eski tutuklulardan biri şöyle özetliyor durumu: “Kuzey İrlanda eski bir tutsak olarak ülkeyi yönetebilirsin ama taksi şoförü olamazsın.”
Bu merkezlerde bir yandan eski tutsakların iş bulmalarına yardımcı olunurken öte yandan geçmişe yönelik arşivleme çalışmaları yapılıyor. Birçok eski tutuklu hikâyelerini anlatıyor ve filme çekiliyor. Eski tutukluların ve ailelerinin bugün alkolizm gibi birçok ciddi sorunları var, halen ayrımcılığa uğruyorlar. Bu merkezler mahkumların aileleri ile de birçok çalışma yapıyor.
Farklı konularda çalışan bu sivil toplum örgütleri ve neredeyse her ufak topluluk içinde kurulan toplum ve kadın merkezleri birçok insan için koruyucu bir yer durumuna da gelmiş. Protestan ve Katolik her iki topluma da hizmet veren merkezler de mevcut. Bu karma merkezler kimi zaman paramiliter grupların saldırısına uğrasa da yollarına devam ediyorlar. Özellikle sanatın dönüştürücü ve geliştirici gücü, bu merkezlerde yapılan toplum temelli barış çalışmalarında yoğun kullanılıyor. Hikaye anlatımı, kısa film çekimleri, şiir, tiyatro gibi sanatın birçok dalı bu yaralı toplumun iyileşmesi ve birbirini anlamasına yardım ediyor. Kuzey İrlanda’da politik olarak bir yüzleşme gerçekleşmese de bu merkezlerde 2 toplum birbirlerinin acıları ve hikayeleri ile yüzleşiyorlar. Sanat terapi ve yüzleşmede bir araç olarak  kullanılıyor.
Sözü Tar Anall’da çalışan, 13 kişilik ailesinin fertlerinden birçoğunu savaşta yitiren eski bir kadın tutsakla bitirelim: "Birbirimizi affetmek zorunda değiliz ama yeni bir geleceğin inşası için kabullenmek ve tolere etmek durumundayız". (NB/HK)

İrlanda İzlenimleri 2: Müzakere Masasında Kadınların Rolü

Müzakere Masasında Kadınların Rolü

Kadınların tekrar görünmez olduğu Kuzey İrlanda toplumunda halen güçlü bir şiddet ihtimali var. Birçok konu çözülmüş değil...

İstanbul - BİA Haber Merkezi
19 Aralık 2013, Perşembe 00:04
 
Demokratik Gelişim Enstitüsünün düzenlediği Çatışma Çözümünde Kadınların Rolü konulu çalışma gezisi için basından bir grup gazeteci ile birlikte İrlanda’dayız. İrlanda ve Kuzey İrlanda gezimiz sırasında farklı politik düşüncelere sahip barış sürecinde yer almış birçok kadınla görüşme fırsatı bulduk.
İngiliz hükümeti 80’lerin sonunda savaşı güvenlik tedbirleriyle yenemeyeceğini fark edince şiddeti durdurmak için politik süreçleri başlatmaya karar veriyor. Müzakerelere başlamadan önce seçim kanununda sadece müzakere sürecine yönelik bir kerelik bir değişiklik yapılarak seçim barajları indiriliyor. Böylece 1996 seçimlerinde farklı seslerin hükümete ve dolayısıyla müzakere masasına gelmesine olanak tanınıyor.
Bu yöntemle müzakere masasında yer bulanlardan biri de Kadın Koalisyonu.
Koalisyon seçimlerden önce Protestan Katolik gibi farklı topluluklardan kadınların bir araya gelmesi ile kuruluyor ve müzakereler sırasında 9. Parti olarak giriyor meclise. Müzakere masasında biri Protestan topluluğundan diğeri Katolik topluluğundan olmak üzere iki milletvekili ile temsil ediliyorlar.
Koalisyonun içinde akademisyenler, öğretmenler, doktorlar, ev kadınları gibi çoğunlukla politik aidiyeti olmayan farklı sosyal gruplardan birçok kadın bulunuyor. Koalisyonun ana hedefi kadınları müzakere sürecine dahil etmek olarak belirleniyor.
Koalisyon kendi içinde sosyal sorunlara bakacak, şiddet kurbanları ile ilgilenecek, hapisteki tutsaklarla ilgilenecek müzakere takımları kurarak, her iki toplumda da çok sayıda insanı barış müzakerelerine dahil etmeye çalışıyor. 
Müzakere masasında sadece iki koltukla temsil edilmelerine rağmen kadınların masada sesleri çok güçlü çıkıyor. Dublin’de görüştüğümüz müzakereler sırasında İrlanda hükümeti adına müzakereleri yürüten, eski dışişleri bakanı Liz O’Donnell bu güçlü sesin nedenini şöyle açıklıyor: “Kadınların sesleri gerçekti, o nedenle güçlü çıktı. İçlerinde hem birlikçi olanlar hem cumhuriyetçi olanlar vardı. Toplulukların içerisinde bağlantı kuracak ilişkilere sahiptiler. Diğer partilerin politik bağlılıkları, güçlü politik amaçları vardı ama bu kadınlar öyle değildi. Sadece sorunu çözmek isteyen insanlardı, sivil toplumdan geliyorlardı politikadaki tutuculuğu gözardı edebildiler. İnsanlar birbiriyle çok sert konuşuyorlardı, bu kadınlar dışarıdan geldiler ve yeni bir dil getirdiler bu tartışmalara… Onların yetenekleri diğer politikacılarda yoktu, farklı arka planları nedeniyle farklı bakış açıları getirdiler.”
Kadınlar müzakere masasında birçok sıkıntıyla karşılaşıyorlar. Özellikle kadınları politikada görmek istemeyen birlikçi erkeklerden saygısız davranışlar görüyorlar. Ama yılmıyorlar. Belfast’ta görüştüğümüz Kadın Koalisyonunun kurucularından Avilla Kimurray bunu şöyle değerlendiriyor: “Eğer değişim için uğraşıyorsanız önce sizi gözardı ederler, sonra dalga geçerler sonra mücadele ederler. Bize de bunu yaptılar ama biz kazandık ve müzakere masasında yer edindik.”
Kadınlar çatışmaların çözümlenmesine ciddi katkı sunuyorlar. Öncelikle süreç sırasında ilişkilerin devamını sağlıyorlar. Müzakere masasında birçok şey taraflar arasında ciddi tartışma çıkarıyor. Erkekler peş peşe kapıyı kapatıp çıkıyorlar, kadınlar bu davranış ve öfke problemlerini çözmede çok başarılı oluyorlar. O’Donnell “Kadınların daha büyük bir siyasi ajandaları yoktu ve erkekleri masada tutabildiler” diye anlatıyor bu süreci.
Oldukça erkek dominant bir sahne olan barış sürecinde kadınlar çok çalışarak da bir fark yaratıyorlar. Referandumda sokaklara inerek insanları oy kullanmaya ikna ediyorlar. Geleneksel partilerin ulaşamadığı insanlara ulaşıyorlar, sivil toplumla erişimi hiç koparmıyorlar. Örneğin insanlar okuyabilsin diye barış anlaşmasını İrlandaca ve İngilizce tekrar basit sözcüklerle yazıp mahallelere evlere dağıtıyorlar. Barış sürecinin tabana yayılmasında oldukça etkili oluyorlar.
Kadınların müzakere sürecinde oynadıkları bu ciddi rol 1998’deki barış anlaşmasından sonra sürdürülemiyor. Barış sürecinde yapay olarak uygulanan nispi temsil sistemi kaldırılıyor, seçim sistemi eski haline dönüyor ve Kadın Koalisyonu gibi politik bir güç olmayan gruplar meclise giremiyorlar. Kadınların temsili zaten kadın-erkek eşitliği konusunda oldukça muhafazakar olan ada da tekrar geriliyor. O’Donnell “Eğer kadınların koalisyonu hükümette kalabilseydi bugün birçok sorun çözülmüş olabilirdi. Müzakereler sırasında şiddet kurbanlarından bahseden sadece kadınlardı. Onlardan sonra bu işe kimse dokunmadı, hala da önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor” diyerek barış antlaşmasından 15 yıl sonra bile kadınlara olan ihtiyacı belirtiyor.
Kadınların tekrar görünmez olduğu Kuzey İrlanda toplumunda halen güçlü bir şiddet ihtimali var. Birçok konu çözülmüş değil, özellikle toplumsal travmalarda yol alınamamış. Bu yaralı toplumun kadınların bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacı var görünüyor. (NB/HK)

İrlanda İzlenimleri:1 "Aştî Kürdistan, Aştî Belfast!"

Aştî Kürdistan, Aştî Belfast!

29 Kasım 2013’te, doğum günümde, kendim adına, Kürtler adına, Türkler adına, İrlandalılar adına büyük bir özlemle yazıyorum Belfast’taki Barış Duvarına: Aştî Kürdistan Aştî Belfast - Kürdistan’a Barış, Belfast’a Barış!

Belfast - BİA Haber Merkezi
18 Aralık 2013, Çarşamba 00:10
 
38 yıllık yaşantımdaki en büyülü kelime “barış”. Nasıl olduğunu bilmediğim ama hep hayal ettiğim, en büyük arzum. “Barış”ı istemek, onu umut etmek ve onun için mücadele etmekle geçen yaşantımda öte yandan da beni ürküten bir şey “barış”.  Ya gelmezse, olur da benim kapımı çalmazsa, olur ya şehrime uğramazsa, eğer çocuğuma da konuk olmazsa…
Geçen hafta Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) İrlanda’ya düzenlediği “Barış Sürecinde Kadınların Rolü” konulu çalışma gezisine biraz da bu ruh haliyle gittim. Yüzlerce yıl İngiltere’nin baskılarıyla yaşamış İrlanda halkı barış anlaşmasının üzerinden geçen 15 yılda barışla gerçek anlamda tanışmış mıydı? Barış bir kelime olmaktan çıkıp İrlanda’nın mahallelerine, köylerine, okullarına, çocuklarına yansımış mıydı?
İngiltere yaklaşık 800 yıl önce İrlanda’ya geliyor ve 800 yıldır zaman zaman artan ve azalan çatışma içinde yaşıyor İrlandalılar. Katolik İrlandalılar ve Protestan İngilizler arasında yüzlerce yıl verilen mücadele sonunda adanın güneyi 1922 yılında İrlanda Cumhuriyeti olarak bağımsız bir ülke oluyor. Adanın kuzeyi yani Kuzey İrlanda ise İngiliz denetimi altında kalıyor.
Kuzey İrlanda sorunu tam da buradan çıkıyor. İngiltere denetimindeki Kuzey İrlanda’nın Katolik halkı için Protestan İngilizlerin denetiminde yaşamak kolay olmuyor. Baskı ve ayrımcılıklar günlük yaşamın bir parçası haline geliyor. Katoliklere karşı her düzeyde ayrımcılık yapılıyor. Polis gücü Protestanlardan oluşuyor, Katolikler evlerini terk etmek durumunda kalıyorlar, şiddet görüyorlar. Bunların bir sonucu olarak 1970’lerin başında  IRA silahlı bir mücadele başlatıyor. 30 yıllık bu silahlı mücadele döneminde 4 bin insan ölüyor, 10 bin kişi yaralanıyor ve 40 bin kişi tutuklanıyor. Kuzey İrlanda’nın 1,5 milyonluk nüfusu düşünüldüğünde bu rakamın ürkütücülüğü ortaya çıkıyor. Neredeyse her evde ya bir kayıp ya bir eski tutsak bulunuyor.
Çatışmaları durdurmak, barışı inşa etmeye başlamak 20 yıllık uzun bir süreyi alıyor. Bu 20 yıl boyunca birçok kez ateşkes bozuluyor sonra tekrar masaya oturuluyor. 1988’deki müzakereler bir rahip tarafından gerçekleştiriliyor. Her gün bombaların patlatıldığı bu karanlık dönemlerde 10 yıl müzakereler gizli yürütülüyor. 1998’de Hayırlı Cuma antlaşmasının imzalanması ile çatışma dönemi sona eriyor.
Dublin havaalanına iner inmez görüştüğümüz İrlanda Eski Dışişleri Bakanı Dermot Ahern Hayırlı Cuma Antlaşması için: “Bu bizim için son belirleyici anlaşma değildi ama onu gölde bir işaret olarak algıladık, birleşik İrlanda’ya bizi götürecek bir yol olarak algıladık” diye belirtiyor.
Kuzey İrlanda’da sorun sadece Katolikler ve Protestanlar arasında dini bir ayrışma gibi görünse de bugün Kuzey İrlandalılar ulusal kimlik ve arzularda da ayrışmış durumdalar. Geleceklerine ilişkin farklı grupların farklı tahayyülleri var. Son çıkan bayrak krizi ve uzun yıllar sonra ilk defa geçen hafta patlayan bomba da bunun bir göstergesi.
Kuzey İrlanda’da sorunun yüzeyini biraz kazıdığınızda binlerce insanın öldüğü ve yaralandığı küçücük ayrışmış bir toplumla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşin ilginç tarafı kendi içinde Katolik ve Protestan olarak ayrışan bu küçük toplum da aslında bir arada yaşamıyor. İrlanda’da bu iki toplumun yaşadığı yerler duvarlarla birbirinden ayrılıyor. İronik bir biçimde “Barış Duvarı” denilen 30 metre yükseklikteki bu duvarlardan barış antlaşmasından sonra 30 tane daha inşa edilmiş durumda.
Her iki topluluktan da görüştüğümüz herkes bu duvarların gerekli olduğunu ve duvarların arkasında kendilerini daha “güvenli” hissettiklerini belirtiyorlar. Gezi sırasında görüştüğümüz birlikçi partiden milletvekili Paula Bradley: “Barış duvarlarının gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hala geçmişte yaşayan o hesapları kapatmamış kişiler var. Her iki toplum kendileri istedi bu duvarları, daha güvende hissetmek istiyoruz. Duvarlar bir korunma hissi veriyor o nedenle talep ediliyor…” diye açıklıyor durumu.
Bu duvarları gördükten sonra Kuzey İrlanda’ya barış gelmiş demek oldukça zor. İki toplum okulları, sokakları, parklarıyla daha da ayrışmış bir şekilde, geçmişin olanca ağırlığı ile birbirlerine sırtlarını dönerek yaşamaya devam etmekteler. Ahern gibi birçok önemli politikacı bunun farkında olarak, görüşmelerimizde asıl önemli olanın İrlanda’yı birleştirmekten çok insanları birleştirmek olduğunu belirtiyorlar.
29 Kasım 2013’te, doğum günümde, Belfast’taki Barış Duvarına gidiyorum. Kendim adına, Kürtler adına, Türkler adına, İrlandalılar adına, yaşanmayan tüm hayatlar adına, savaşla geçmiş 38 yıllık ömrümün yeni bir yıldönümünde, büyük bir özlemle yazıyorum Belfast’taki Barış Duvarına: Aştî Kürdistan Aştî Belfast! (NB/HK)

[1] Kürdistan’a Barış, Belfast’a Barış!

Monday, December 16, 2013

ÇÖZÜM SÜRECİNDE KALKINMA

Çözüm Sürecinde Kalkınma

*As published in BIANET on 03.12.2013

İrlanda barış sürecinin baş aktörlerinden biri olan ABD’li eski senatör George Mitchell, barışın tesisinin kuşaklar alacağını söyleyerek, çatışma sonrası süreçte özellikle insanların kafaları ve kalplerindeki anılarının tamirinde ekonomik imkanların da önemine dikkat çekerek şöyle diyor:

“İki tarafın liderliğinin de bunun için birlikte çalışması gerekiyor. İşin bir diğer yanı da, ekonomik imkânlarla ilgili. Ekonomik durgunluğun olduğu bir yerde, barış sürecini uygulamaya koymanız çok daha zordur. Dolayısıyla etkili bir politik liderlik, sağlanacak ekonomik imkânlarla birlikte önemli.”[1]

Henüz Türkiye’de çatışma sonrası döneme girmiş olmasak da çatışmanın barışa daha hızlı evrilmesi için Mitchell’in deyimiyle kafaların ve kalplerin yeniden tamiri için yüzleşme, adalet ve telafi politikalarının yanı sıra pek de gündemde olmayan ekonomi ve kalkınma politikalarının da altyapısının hazırlığı gerekecek.

Bölgenin 30 yıllık savaş boyunca yıkılan ekonomisinin GAP yatırımları, SODES programları ve mevcut teşvik yasası ile toparlanacağını beklemek hayal olur. GAP çok uzun yıllardır sadece Bölge halkı için değil kendi çalışanları için de kurtulmaya çalıştıkları atıl bir kurum haline dönmüş durumda. 25 yılda birçok çabaya, tekrar tekrar hazırlanan master planlara rağmen bu kurum toparlanamadı ve Bölgenin kalkınmasında lokomotif rolünü üstlenemedi maalesef. 2008 yılında GAP Eylem Planı’nın sosyal içerme ayağı olarak başlatılan,  amacı zorunlu göç mağdurları ve yine dezavantajlı diğer toplum kesimlerin refahını arttırmak olan Sosyal Destek Programı (SODES) da  amacı doğrultusunda yürütülmedi. SODES’lerin yürütülmesi Bölge’de Valiliklerin keyfi kararlarına bırakıldı. Oldukça gerekli ve iyi niyetli bir çabayla başlatılan SODES Programı, bir müddet sonra birçok ile yaygınlaştırılarak, özellikle de devlete daha yakın duran veyahut eleştiri getirmeyen sivil toplum örgütlerinin devlet eliyle güçlendirilmesine yarayan bir kaynak konumuna indirgendi. Bölge kalkınmasında kullanılan bir diğer araç teşvik yasaları da Kürt illerine istenilen yatırımı çekmedi. Son çıkarılan 5084 sayılı Teşvik Yasası da daha öncekiler gibi,  yasa kapsamındaki birbirinden farklı ekonomik potansiyellere sahip illerin ve bölgelerin aynı statüde değerlendirilmesi, siyasi baskılarla  kapsamının sürekli genişletilmesi, yerelde yasanın uygulanmasında çıkarılan çeşitli zorluklar nedeniyle  istenilen etkiyi göstermedi.   
Binlerce boşaltılan ve yakılan köy, mera yasakları, Bölge kırsalında yok olan tarım ve hayvancılık, yok olan yaşam, şehirlerde bitme noktasına gelen üretim ve ticaret, her geçen gün artan işsizlik ve açlık…  30 yıllık savaşın Bölgede yarattığı ekonomik tahribat önümüzde tüm çıplaklığıyla duruyor.  Mevcut ekonomik ve kalkınma programlarının bu tahribatı dönüştürme gücü olmadığı ortada.

Barış süreci ilerlerse (ki umudumuz budur), süreçle birlikte Bölge kırsalından büyük şehirlerin varoşlarına göç edenlerin bir kısmı geri dönecek, Mahmur gibi kamplar boşalacak, dağdakiler inecek. Sayıları milyonları bulan bu insanlar evlerine dönecekler. Bu insanların çok ciddi bir kısmının kırsaldan gittiği düşünülürse, dönecekleri yer de yine Bölge kırsalı olacak. En az 20 yıldır yuvadan, kırdan, tarladan, üretimden uzak olan bu insanların çoğu  en basitinden bir ağacın nasıl budandığını bile hatırlamayacaklar. Göç insanların binlerce yıllık üretim kültürünü de yok etti. Kalkınma ajansları aracılığıyla yıllık hibe ve proje çağrılarıyla şekillenen şuan ki mevcut kalkınma yaklaşımı ile bu insanları kırdaki yaşamlarına entegre etmek mümkün değil. 

Kapsamlı, sosyal ve ekonomik çalışmaların elele gittiği, insanı odağına alan hak temelli kalkınma programlarına acilen ihtiyaç var. Devletin biran önce kapsamlı kırsal kalkınma programlarını devreye sokarak savaşın tüm tahribatı ile dönecek olan bu insanlara yaşamlarını yeniden kurabilmelerinde destek olması gerekiyor. Bu kafaların ve kalplerin tamirine de iyi  gelecektir. Çözüm sürecinde Kalkınma Bakanlığının bir misyonu da bu olmalı…

Nurcan Baysal
26.11.2013, Diyarbakır








Tuesday, December 3, 2013

The consensus view of village guards: “THE STATE USED US”

The consensus view of village guards: “The state used us”

*As published in BIANET on 10/11/2013



The village guard system has been a subject of discussion in Turkey since 1985, the year the system was first launched. The system came to agenda usually with respect to crimes committed by village guards. There is a lack of further information about the village guard system in general. Who are these village guards? How do they live? Why and how did they become village guards? What is the meaning of being son or daughter of a village guard in Kurdish society? What do the village guards actually think about the system? Do they demand abolishment of the system? What is their perception about future?

Wednesday, November 27, 2013

Kürtlere Düşen Çocukluk Nedir?

Kürtlere Düşen Çocukluk Nedir?

*As published in BIANET on 26.11.2013





Kürt Çocuk Olmak Ne Demek? Kaç Kürt iyi bir çocukluk hatırlıyor? 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları gününde aklıma tekrar takıldı bu soru.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Ölümdü…

Uğur Kaymaz  9 yıl önce 21 Kasım’da askerler tarafından öldürüldü. Uğur Kaymaz babasıyla birlikte öldürüldüğünde 12 yaşındaydı, vücudundan yaşından fazla, 13 mermi çıkmıştı.

Enes Ata 8 yaşındaydı başına kurşunlar yağdırıldığında. Fatih Tekin Batman’daki evinin damında yanağına isabet eden polis kurşunuyla öldüğünde 3 yaşındaydı.

Behzat Özen henüz bundan 2 hafta önce mayına basarak öldüğünde  8 yaşındaydı.  Hakkari’nin Şemdinli ilçesinin Altınsu Köyü İncesu Mezrası’nda yaşıyordu. O gün de diğer günler gibi arkadaşı Tayfun ile birlikte hayvanları otlatmaya götürmüşlerdi.

Bingöl’de kitap almaya giderken,1 TL.leri olmadığı için yürüyerek Çapakçur Deresinden geçmeye çalışan Asliye ve Zeynep boğulduklarında 10 yaşındalardı.

Bu çocuklar öldüler. Çünkü bu coğrafyada doğmuşlardı.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Yoksulluktu, açlıktı, yokluktu…

Bugün Kürt çocukların çoğunluğu yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya. Özellikle 1992-1996 yılları arasında gerçekleştirilen zorunlu göç ve köy yakmalar bu açlık ve yoksulluğun en temel nedenlerinden biri. Zorunlu göçle şehrin varoşlarına savrulan bu ailelerin ve çocuklarının çoğunluğu, zorunlu göçten 25 yıl sonra bile bellerini doğrultabilmiş değiller. 2009 yılında zorunlu göçle gelen ailelere ilişkin yaptığım bir araştırma sırasında, bir baba şöyle demişti:

“Köyden kente gelince gözlerimiz kapalıydı, çoluk çocuğu perişan ettik. Çocuklarımız        hırsızlık yapıyor, çöplerde dolaşıyor, çöplerden ekmek topluyorlar. Sudan çıkmış      balığa döndük.”

 Bugün Diyarbakır’ın sokaklarında binlerce çocuk açlıkla mücadele etmekte. Azize(10), Aziz(7) ve Mahmut(5) Diyarbakır’da bir çöp evde bulunduklarında, günlerce aç kalmış olmanın sonucu olarak vücutları şişmiş, gelişim bozukluğu başlamış, konuşamıyorlardı.

Bu çocuklar açlar, çünkü Kürtler.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Kendinden, dilinden utanmaktı.

Henüz daha birkaç ay önce gazetelere düşmüştü Bemâl’in haberi. Bemâl anadil sorunu nedeniyle “zeka özürlü” denerek bir rehabilitasyon merkezine kapatılmıştı. Bemâl şöyle anlatıyordu:
“Kürtçe pis ve kötü bir dildir. Kürtçe konuştum diye bana ‘deli’ deyip buraya gönderdiler.”

Çoğumuz belki rehabilitasyon merkezine kapatılmadık, ama Türklüğün ve Türkçe’nin bütün kurumlarıyla yüceltildiği bir dönemde kaçımız utanmadık Kürtçe konuşmaktan?

Anamızın konuştuğu dilden utanmamız sağlandı, çocuk başımız eğik gezdik, çünkü dilimiz Kürtçeydi.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Şiddetti, korkuydu, cezaeviydi.

Helikopter sesleriyle uyanıp, tankların arasında sakız satıp, “Apoculuk” oynayarak geçmişti Kürtlerin çocukluğu. Çocukluğumuzdaki helikopter ve bomba seslerinin şiddetini, bugün sokaklarda gösterilerde en ön sıralarda olan çocuklarımızın   ellerindeki taşın, yüzlerindeki maskelerin şiddetinde bulabilirsiniz. 2012 yazında çalıştığım bir köyde, bomba seslerinin korkusundan kendini odaya kapatan 3 yaşındaki Havin bebeği hatırlıyorum. Havin bir daha çıkmadı o odadan.

Kürt çocuklar Roj TV, Nûçe TV izlerler,  cezaevlerini tanırlar, kimyasal silah nedir iyi bilirler. Onlar öldürülen babalarının, analarının anıları, yakılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Kürt çocuklar öfkeliler, onlardan esirgenen şeyler için kızgınlar. Kaybettiklerini, köylerini, evlerini, ağabeylerini, babalarını geri istiyorlar. Hiç sahip olamadıkları “çocukluk haklarını” istiyorlar. Onlara bu yaşamı reva görenler hesap versin istiyorlar. Geçmişin ağır yüküyle taşı olanca şiddetiyle fırlatıyorlar.   

Kürt çocukların ellerinde  taş var, çünkü hayat gerçekleridir bu şiddet.

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günüydü. Biz Kürtler kutlamadık.

Nurcan Baysal
21.11.2013, Diyarbakır




Thursday, November 21, 2013

Korucu Çocukları: “Biz Hainiz Artık”

Korucu Çocukları: “Biz Hainiz Artık”

*As published in BIANET on 20/11/2013





Geçen hafta DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü)  yayınladığı “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi”[1] başlıklı kitabın sunuş toplantısından sonra DİSA’ya babası yıllardır korucu olan bir üniversite öğrencisinden mektup geldi. Mektubu yazan kişi bu sistemden zarar görmüş bir Kürt genci olarak bizlere yazdığını söylüyor, DİSA’nın yaptığı çalışmanın onlar için ne kadar kıymetli olduğuna vurgu yapıyordu. Mektup şöyle devam ediyordu:

“Babam yaklaşık 20 yıldır geçici köy korucusudur. Devletin bu kirli sistemle bize dayattığı bu trajediyi ancak üniversiteye geldikten sonra fark edebildim. Babamın taşıdığı o silahı her gördüğümde utancımdan yerin dibine giriyorum ardından bu sisteme ve bize bunu dayatanlara lanet ediyorum…”

Koruculuk sisteminin çocuklar üzerindeki etkisi, düşündüğümüzden çok daha vahim. 2011 yılında, o zamanlar çalıştığım bir korucu köyünde çocuklarla yaz okulları yaparken ilk fark etmiştim sistemin çocuklar üzerinde yarattığı travmayı. Babası korucu olan ve olmayan çocuklardan oluşan bir koro kurmuş, boş bir ahırda bu çocuklarla günlerce çalıştıktan sonra Kardeş Türküler’in de desteğiyle konserler verebilmiştik. Aylarca beraber çalışıp, birbirimizin sırdaşı haline geldikten sonra bile, konu koruculuktan açıldığında çocukların dillerine sessizlik gözlerine hüznün hakim olduğunu gözlemlemiştim. O zaman anlamıştım bu çocukların babalarının işini ömür boyu taşınılacak bir utanç olarak gördüklerini. Ben de onlarla susmuş, şarkılarla konuşmayı öğrenmiştim o yaz.

DİSA’nın araştırmasını okurken tekrar aklıma düştü o çocuklar. Korucu çocukları kendilerine ait olmayan bir kararın bedelini toplumsal ilişkilerden dışlanarak ödüyorlar. Kendi akrabaları bile onlarla ilişkiyi kesiyor, cenaze ve düğünlere gidemez oluyorlar. “Dayımlar bile korucu olduğumuzdan beri bizi sevmiyorlar”[2] diye anlatıyor bir korucu çocuğu bu durumu.  Bu dışlanma sadece köy ve akrabalarla sınırlı kalmıyor, çoğu zaman bu çocukları gittikleri her yerde takip ediyor. Bu nedenle de korucu çocuğu olduklarını çoğunlukla gizliyorlar. Bir korucu çocuğu bu durumu şöyle anlatıyor:

“… Liseyi Mardin’de merkezde okudum ve orda okurken sıkıntılarım oldu. Ve orda koruculuğun daha sıkıntılı bir uğraş olduğunu anladım. Ben korucu çocuğu olduğumu kimseye söylemek istemiyordum, çünkü ben ‘korucu çocuğuyum’ dediğimde kavga çıkabiliyordu. Laf, hakaret işitiyordum. ‘Siz hainsiniz’ diyorlar. Sonra artık korucu çocuğu olduğumu gizlemeye çalıştım. Koruculuk boş bir şeydir. Ben asla korucu olmayı istemiyorum. Babamın operasyonlara gittiğini hatırlıyorum. Ben çok kötü etkilenmiştim.” [3]

Bugün korucu çocuklarının çoğu koruculuk sistemine ve babalarının korucu olmalarına karşı çıkıyorlar. Özellikle mevsimlik işçilik ve/veya okumak için bulundukları köylerden çıkarak büyükşehirlere giden korucu çocukları babaları ile bu konuda restleşiyorlar. 2013 Nisanı’nda yeni korucu alımlarının gerçekleştiği bir dönemde, bir korucu köyünde şahit olmuştum bu duruma. İstanbul’un varoşlarında işçilik yapan eski bir korucu başının çocuğu babasını aramış ve bir daha kendi halkına karşı eline silah alırsa O’nu hiç affetmeyeceğini, karşısında önce kendisini bulacağını söylemişti. Bunun üzerine, eski korucu başı olan baba yeni gelen koruculuk teklifini kabul etmediği gibi köylülerin büyük bir kısmının da koruculuğu kabul etmesini engellemişti. Korucu babalar okuyan, çalışmaya giden ve politikleşen çocuklarından çekinmeye başlamışlardı. Koruculuk sisteminin içinde sistemin zararlarını görerek  büyüyen bu çocuklar babalarının kendi halklarına karşı ellerine silah almalarını kabullenemiyorlardı. Artık kendi çocukları korucuların karşısındaydı.

Bugün Türkiye’de 46 binin üzerinde geçici (yani hem silah taşıyan hem de maaş alan), 20-25 bin arası da gönüllü (maaş almayan ama silahlı) köy korucusu var. Bölge kırsalında ortalama çocuk sayısının 6-7 arasında olduğunu düşünürsek bugün 400-500 bin arası çocuğun bu sistemden direkt etkilendiğini söyleyebiliriz. Yine emekli olan, ayrılan, atılan, ölen korucuları da dikkate aldığımızda korucu çocuklarının sayısı milyonu rahatlıkla geçiyor. Yıllarca babalarının gittiği operasyondan canlı dönüp dönmeyeceğini bekleyen, kendilerinin vermediği bir karar yüzünden kendi toplumundan dışlanan, ayrımcılığa uğrayan, hakaret gören, travma yaşayan, “hain” ilan edilen bu çocuklar ne olacak? Sistemin tasfiyesi sürecinde dikkat edilmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor.

Nurcan Baysal
17.11.2013, Diyarbakır




[1] Özar&Uçarlar&Aytar(2013); Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü.
[2] A.g.y., sf. 161.   
[3] A.g.y., sf. 167.

Friday, November 15, 2013

Göz göre göre “Kürt Sorunu”

Göz göre göre “Kürt Sorunu”

*As published in Star Newspaper on 02.11.2008

Bugün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu tek boyutlu bir analiz ile açıklamak mümkün değildir. Kimileri mevcut duruma ‘Kürt sorunu’, kimileri ‘azgelişmişlik sorunu’, kimileri ise ‘demokratikleşme sorunu’ …gibi çeşitli tabirlerle yaklaşmaktadır. Oysa, önümüzde duran sorun çok boyutlu bir sorundur. Tarihsel, politik, ekonomik ve coğrafi boyutları ile ele alınmalıdır. Ancak, tüm bu çok boyutluluk içinde bu sorununun bir Kürt sorunu olduğu hiçbir zaman ikinci plana atılmamalıdır.

Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişliği açısından öncelikle üç noktaya açıklık getirmek gerekir. Birincisi, Bölgenin şu an Türkiye’nin en az gelişmiş illerinden oluşuyor olmasını  tarihsel bir perspektif içinde ele almak gerektiğidir. Uluslararası dinamiklerin etkisiyle, Ortadoğu’da büyük güçlerin oynadığı roller, savaşlar, ticaretin ve petrolün değişen önemi bulunduğumuz Bölgenin tarih içinde ekonomik konumunu değiştirmiştir. Bölgenin jeopolitik açıdan değişen rolü ekonomik konumunu da etkilemiştir. Tarihsel açıdan bir diğer önemli konu  ise, Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Türkiye’nin “ekonomik kalkınma”  modelinin merkezi kalkındırmaya yönelik olduğudur. Bu modelin sonucu olarak da taşra geri planda kalarak gelişme ivmesini kaybetmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, Bölge illeri kadar olmasa da Anadolu’nun birçok başka ilinin de Cumhuriyetin kuruluşunu takiben bir gerileme yaşamıştır.

Zorunlu Göçün Etkisi

Bölgenin sosyo-ekonomik geri kalmışlığı açısından ikinci önemli nokta ise, yine tarihsel kökenleri olan bir konu olan Kürt sorunudur. Kürt sorunu nedeniyle, uzun yıllar boyunca, bir yandan Bölgedeki kaynaklar yok edilmiş, diğer yandan da Bölgeye kaynak verilmemiştir. Bölgedeki ormanlar, meralar, köyler “güvenlik” gerekçesiyle yakılmış, buna karşılık Bölgeye yönelik açılan  ‘ekonomik paketler’ den Doğu ve Güneydoğu’ya ne yapılan zararı tazmin edici ne de bölgesel gelişmeyi tetikleyici kaynak verilmemiştir. Sosyo-ekonomik geri kalmışlığın nedeni olarak Kürt sorunu çerçevesinde görmemiz gereken bir diğer nokta da son 20 yıldır Bölgede devam eden çatışma ortamı ve zorunlu göçtür. Bu çatışma süreci Bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır. Göç ettirme politikaları ile yerinden edilen bu nüfus Bölgedeki mevcut nüfusa eklemlenmiş, böylelikle Bölge illeri yerel yönetimleri, altyapılarının ve hizmet olanaklarının kaldıramayacağı kadar yüksek bir nüfusla karşı karşıya kalmışlardır.

Rakamlar yalan mı?

1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal ekonomik politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok bu Bölgede hissedilmektedir. Bu dönüşümden olumsuz etkilenen kesimler için destek politikaları ise ya yoktur ya da varolan uygulamalar küçük köylüyü ve de küçük işletmeleri koruyamamaktadır. Yani, küreselleşmenin yarattığı eşitsiz gelişme de Bölge ekonomisini olumsuz etkilemiştir ve halen etkilemeye devam etmektedir.

Başta Kürt sorunu olmak üzere,  içinde bulunduğumuz Bölge’nin uluslararası konumundan ve Türkiye’nin küreselleşme sürecinden kaynaklanan sorunlar, hep birlikte, kendi dinamikleri ve birbirleriyle etkileşimleri yoluyla sorunları katmerleştirerek Bölgenin durumunu gittikçe ağırlaştırmaktadır.

Tüm bunların sonucu olarak bugün Bölge İlleri Türkiye’nin en yoksul 20 ilidir. Bu gerileme tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devam ettiğini ,  çatışmaların yoğunlaştığı 1980 sonrasında daha da hızlandığını rakamlar gösteriyor.  GAP Projesine rağmen her geçen yıl Bölge illerinin aleyhine işlemiştir.  DPT’nin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre; Diyarbakır, 1996'da gelişmişlik sıralamasında 57. sırada iken, 6 basamak gerileyerek 2003'te 63'ncü sıraya gerilemiştir. GAP'la şahlanması beklenen Şanlıurfa, tam 9 basamak gerileyerek 68'nciliğe düşmüştür. Van, 7 yılda 8 basamak gerilemiştir. Diğer illerin durumu da farklı değildir. Batman 65’ten 70. sıraya, Mardin 66’dan 72. sıraya, Siirt 68’den 73. sıraya , Şırnak 75’ten 78. sıraya, Hakkari 70’ten 77. sıraya, Bitlis 71’den 79.sıraya, Muş 76’dan 81. sıraya gerilemiştir.

Yine yukarıda bahsettiğim nedenlerin diğer bir sonucu olarak bugün Bölgede had safhada yoksulluk ve işsizlik mevcuttur. Bölge’de özellikle 1980 sonrasında işsizliğin ve yoksulluğun kalıcı, sürekli ve yaygın bir boyut kazandığını görmekteyiz. Bu Bölgede yaşanan yoksulluk, ülkenin diğer yerlerinde karşı karşıya kalınan yoksulluktan çok daha derindir. En iyimser tahminle Bölgede ikamet eden nüfusun %60’ının yoksulluk sınırı altında yaşandığı söylenmektedir. Sadece Diyarbakır’da 617.000 Yeşil Kart sahibi vardır, bu Diyarbakır nüfusunun %41’ini tekabül etmektedir.

Bu yoksulluk ve işsizlik durumunu yaratan önemli nedenlerden biri de çatışma  ortamı ve zorunlu göçtür. Son 20 yıldır bu bölgede devam eden çatışma ortamı, 15 yıllık OHAL uygulaması ile dönüm noktasına ulaşmıştır. Bugün Bölge nüfusunun %70’e yakınının gençlerden oluştuğunu düşünürsek,  Güneydoğu’da yaşayan nüfusun çoğunluğunun bu çatışma ortamı sırasında doğmuş  ve tüm yaşamları boyunca bir şekilde çatışma ortamından etkilenmiş bir nüfus olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç, bu çatışma ortamının koşullarını daha da zorlaştırmıştır. Zorunlu göçten resmi rakamlara göre 953.680 kişi, sivil toplum örgütlerine göre ise 1,5-3 milyon arasında bir nüfus etkilenmiştir.

Aidiyet hissi zayıflıyor

Zorunlu göçle ülke geneline yayılmış olan nüfusun büyük çoğunluğu gittikleri kentte hiçbir kamusal destek görmedikleri için büyük zorluklarla karşılaşmışlar, yerleştikleri gecekondu mahallelerinde toplumun dışına itilmişlerdir. Zorunlu göç mağdurlarında aidiyet duygusu çökmüş, zaten zayıf olan vatandaş – devlet ilişkisi giderek kopma noktasına gelmiştir. Zorunlu göçün üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmesine rağmen, tüm bu süre zarfında ne Bölge’nin kentlerinde ne de diğer Batı kentlerinde yaşayan zorunlu göç mağdurlarının yaşam düzeylerini yükseltmek için kamunun uyguladığı ciddi bir program bulunmamaktadır. 2006 yılında Kalkınma Merkezi tarafından Diyarbakır’da zorunlu göç mağdurlarına yönelik yapılan bir araştırma sırasında bir göç mağduru “göç sırasında destek gördünüz mü?” sorumuza şöyle cevap vermişti: “Kimseden destek görmedik. Devlet biz yokmuşuz gibi davrandı.”

Maalesef bugün zorunlu göçün üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu davranış biçimi çoğunlukla devam etmektedir. Sonuç olarak, zorunlu göç mağdurları eğitimsizliğe, işsizliğe mahkum edilmişlerdir; ne köylerine dönebilmekte, ne de kentlerde tutunabilmelerine olanak sağlanmaktadır.

Tüm bu tablo Bölge halkında geleceğe yönelik beklentileri de kötüleştirmiştir. Diyarbakır Yerel Gündem 21’in yaptığı bir araştırmaya göre, gelecekten beklenti ile ilgili sorulan soruya   Diyarbakır nüfusunun % 50.8 “hiç birşey değişmeyecek”, % 25 ise “daha kötü olacak” yanıtını vermiştir. Bu da şunu göstermektedir ki Bölge halkı gelecekten umutsuzdur.

Bölgenin geri kalmışlığını gidermek için ne tür adımlar atıldığına bakacak olursak; 1970'lerden bu yana uygulanan 'Kalkınmada Öncelikli Yöreler',  'Bölge Planları'  ve GAP gibi uygulamalara rağmen bu Bölgede gerekli kalkınma hamlesi başlatılamadığını görürüz. Şu ana kadar devletin, Bölgeye, bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik kalkınma adına yaptığı en önemli proje GAP projesidir. GAP projesindeki gerçekleşmelere baktığımız zaman enerji ile ilgili yatırımların gerçekleşme oranı yüzde 95 iken, sulama yatırımlardaki oran halen yüzde 15‘ler civarında olduğunuz görürüz. Yani GAP projesinde, Bölgeye asıl faydası olacak sulu tarımın yaygılaştırılması için gerekli yatırımlar ikinci plana itilmiş, ulusal bir ihtiyaç olan enerjiye öncelik verilmiştir. Üstelik, gerekli altyapı yatırımları yapılmadığı için enerji üretiminden de Bölge yeterince yararlanmamaktadır.

GAP’a bağlanan ümit

Haziran 2008 tarihinde açıklanan yeni GAP Eylem Planı da maalesef bölgelerarası gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak nitelikte bir plan değildir. Nitekim plan dahilinde ilk uygulamalardan biri olan SODES (Sosyal Destek Programı) çerçevesinde GAP illerinde Valilikler kanalıyla yapılan keyfi uygulamalar, ve Eylem Planında “eylem” olarak belirtilen, ancak aslında bütçesi öngörülmeyen (içmesuyu, kanalizasyon, arıtma tesisleri..gibi) aktivitelerden Planın düzgün uygulanamayacağına ilişkin birçok ipucu şimdiden mevcuttur.

Bölge için hazırlanan ekonomik paketlere baktığımızda, 1985 sonrası birçok ekonomik paketin açıklandığını görüyoruz. Yine tüm bu paketlerde Bölgeye ayrılan bölümün aslan payının GAP çerçevesindeki enerji yatırımlarına gittiğini görüyoruz. Teşvik belgelerine baktığımız zaman da, alınmış teşvik belgelerinin ne kadarının gerçekleştirilmiş olduğu hakkında elde veri mevcut olmamasına rağmen il ve bölge bazında kaç teşvik belgesi verildiği ve yapılacak yatırımlarla ilgili bazı bilgileri içeren istatistikler mevcuttur. Buna göre 2004-2007 yılı arası    Marmara Bölgesi’ne verilen teşvik belgesi sayısı 2.543 iken, bu rakam Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 526’ya , Doğu Anadolu’da ise 361’e inmektedir.  Hem teşvik belge sayısı hem de yatırımlar için öngörülen sabit yatırım tutarı toplamı açısından baktığımızda, Doğu Anadolu son sırada yer almakta onu Güneydoğu Anadolu takip etmektedir. Teşviklerin dağılımındaki bu eşitsizlik, mevcut bölgesel farklılıkları daha da keskinleştirmiştir.

Yoksulluk derinleşiyor

Bugüne kadar hiçbir politik parti ve hükümet Bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarını çözmeye yönelik ciddi bir politika geliştirmemiştir. Kürt partiler de daha çok politik  taleplere odaklanmış, bu sorunu göz ardı etmişlerdir.
AKP hükümeti de, şimdilerde,  sık sık, daha önceki hükümetlerin yaptığı gibi ‘Doğu’nun ekonomik kalkınmasını’ dillendirmeye başlamıştır. Ancak rakamlar son hükümet döneminde de durumun daha öncekilerden farklı olmadığını göstermektedir. Birbiri ardına açıklanan ekonomik paketler, “GAP’a yatırım getireceğiz” söylemleri, bir türlü uygulamaya konulmayan ‘atılım hamleleri’, yardım adı altında siyasilerin direktifleriyle Doğu’ya yollanan etler….Sonuç: Bölge illerinde işsizlik ve yoksulluk daha da derinleşiyor. “Güvenlik” gerekçesiyle yapılan uygulamalar ve neo-liberal politikalar sonucu köyünde çalışarak geçimini sağlayamayan insanlar,  artık  pamuk, fındık toplamaya başkalarının tarlalarına giderek de yaşamlarını sürdüremez duruma geldiler. Bölgenin çocukları, çaresizlikten Batı’daki büyük kentlerin çöplerini toplamaya gönderiliyor. Köyler boş, okul yok, okul olsa da öğretmen yok, yol yok, zorunlu göçle kentlere gelenler hala sokaklarda…. 
Öyle anlaşılıyor ki yetkililer ya bu resmi görmek istemiyorlar, ya da gıda, kömür, Yeşil Kart gibi yardımlarla bu işi çözebileceklerini düşünüyorlar.  Kürt sorunu çözülmeden bu Bölge’nin sosyo-ekonomik gelişme sürecine girmesi mümkün değildir. Öte yandan ise, bütüncül, programlı ve kararlı sosyo-ekonomik gelişme politikalarının Kürt sorununun politik çözüm sürecine katkıda bulunacağı kesindir. 





Güneydoğu'da Yapılması Gerekenler

Güneydoğu'da Yapılması Gerekenler

*As published in Radikal Newspaper on 14.10.2008 

Bugün genel olarak Türkiye’de özel olarak da Güneydoğu Bölgesinde kalkınma tartışmaları içinde kırsal alanla ilgili konular maalesef yerini bulamamaktadır. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum:  Bunlardan biri kırsal nüfusu eninde sonunda şehre göç edecek nüfus olarak görmemiz, diğeri ise Bölgedeki şehirlerin kent merkezlerinde ve  varoşlarında o kadar çok sorun var ki ister istemez onlara daha çok yoğunlaşıyor olmamızdır. Son olarak kırsal alan sabır ister, dönüşümü sağlamak kırsalda çok uzun yıllar ister, bizler ise hemen sonuç alabileceğimiz konulara eğilmeyi yeğliyoruz. Tüm bu nedenlerle kalkınmanın çok önemli bir ayağı olan kırsal kalkınma gerek devletin, gerek belediyelerin gerek sivil toplum olarak bizlerin ihmal ettiği önemli konulardan biridir bu Bölgede.


Doğu ve Güneydoğu’ya baktığımız zaman Bölge nüfusunun yaklaşık yarısının kırsalda yaşadığını görüyoruz. Ancak yine istatistikler Doğu ve Güneydoğu’daki kırsal alanların Türkiye’deki en yoksul Bölgeler olduğunu söylemektedir. Bölge’nin yoksul nüfusunun yaklaşık %60’ı kırsal alanda yaşamaktadır. Tarım halen kırsal alanda istihdamın çoğunu teşkil etmektedir.  Tarım sektöründe ciddi anlamda gizli işsizlik mevcuttur ve insanlar kentlerde ya da tarım dışı sektörde iş arama yolunu seçmişlerdir. Bölge kırsalından Bölgenin metropol kentlerine yoğun göç devam etmektedir.

Doğu ve Güneydoğu Kırsalı


Bölge kırsalında birçok sorun mevcuttur. Bunun başlıca 2 nedeni vardır: Bunlardan ilki 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal ekonomik politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok bu Bölgede hissedilmektedir.

Kırsaldaki vahim durumun ikinci önemli nedeni ise, son 20 yıldır Bölgede devam eden çatışma ortamıdır. Bu çatışma süreci Bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır, yine getirilen mera ve yayla yasakları ile Bölgede hayvancılık durma noktasına gelmiştir. Buna yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç de eklemlenince Bölge kırsalı iyice boşalmış, kaynaklar yok edilmiş, insanlar üretimden kopmuş ve üretim yerine mevsimlik işçi, inşaat işçisi ya da çöp toplayıcı olmak üzere Batıya gitmeye başlamıştır. Zorunlu göç aynı zamanda kırsalda birçok potansiyelin atıl kalmasına da yol açmıştır.

Yani kısaca , 90’larda neo-liberal politikalarla zorunlu göçün kesişmesi Bölge kırsalını büyük bir darbe vurmuştur. Bugün Doğu ve Güneydoğu’da sigorta şirketleri hayvanları bile sigortalamamaktadırlar. 

Bölge kırsalının sorunları

Temel altyapı sorunları kırsal alanların büyük bir kısmında devam etmektedir. Bu konuda Bölgede resmi rakamlarla ifade edilen durum gerçekle pek bağdaşmamaktadır. Resmi kayıtlarda suyu, yolu ve elektriği olduğu belirtilen köylere gittiğimizde halen birçok köyün içme suyu ve asfalt yolu olmadığı gözlenmektedir. Yine köylerin birçoğunun elektrik altyapısı olmakla beraber kalitesi çok düşüktür.

Kırsal halkın eğitim düzeyi en ciddi sorunların başında gelmektedir. Geçmiş yıllarda bazı yerleşimlerde okul olmaması, okul olan bazı yerleşimlerde de okulların kapalı kalması nedeniyle okuryazarlık oranı düşük kalmıştır. Son yıllarda“Şartlı Nakit Transferi“ kapsamında yoksul öğrenciler için verilen maddi katkı nedeniyle okullaşmada bir artış olmasına rağmen, özellikle 5.sınıftan sonrasını kapsayan II. Kademe okullara, ekonomik, sosyal ve coğrafi nedenlerden dolayı kızların çoğu devam etmemektedir.

 Kırsal alanda yalnızca tarımsal üretim yaparak yaşamını sürdüren aileler giderek azalmaktadır. Geçmişte bitkisel üretim veya hayvancılık başlıca geçim kaynağı iken, son yıllarda mevsimlik işçilik pek çok yerleşimde en önemli geçim kaynağı haline gelmiştir. Çalışmak üzere il dışına yapılan göçe, aileden hayvan ve arazilere bakacak birileri bırakılıp, ailenin çalışabilecek diğer tüm fertleri katılmaktadır. Genel olarak ilkbaharda başlayan bu süreç, pamuk hasadının bitmesi ile sona ermektedir. Ağustos ayı öncesi mevsimlik göçe daha çok genç erkekler katılmakta ya inşaat işleri için değişik illere veya çöp toplamak üzere büyük illere gitmektedirler. Çöp toplama işine gençlerin yanı sıra yoğunlukla çocuklar gitmektedir. Çöp toplamaya giden bu gençler ve çocuklar takatleri tükenince köye dönmekte bir süre dinlendikten sonra tekrar işlerinin başına gitmektedirler. İnşaat işlerinde çalışanlar ise kış aylarında eve gelmekte, diğer zamanlarda ise çalışmaya gitmektedirler. Bölge dışına çalışmak üzere gitmeyen ailelerin tamamına yakını il içinde günübirlik işçilik ile bu çalışma sürecine katılmaktadır.

Üretim anlamında baktığımızda 2003 yılından itibaren başlayan sulama ile beraber pamuk tarımının, Güneydoğu’da  hemen hemen tek ürün haline geldiğini görüyoruz. Yoğun yapılan pamuk tarımının da etkisiyle kırsalda hızlı bir şekilde erozyon yaşanmakta, toprağın kalitesi giderek düşmektedir. Doğu Anadolu’da ise başat kırsal ekonomik faaliyet hayvancılıktır. Ancak mera ve yayla yasakları, dışarıdan kaçak hayvan girişi, orman alanlarının daralması gibi nedenlerle eskiden hayvancılığın en önemli olduğu alanlardan biri olan Doğu Anadolu’da, şimdi hayvancılık ölmek üzeredir. Bugün Doğu Anadolu’da kurulan mandıralar süt bulamamaktan şikayet etmektedirler.

Kırsaldaki tüm bu olumsuz tabloya rağmen, bugüne kadar iktidara gelen hükümetlerden kalkınma konusunda Bölge sivil toplum örgütleri olarak taleplerimiz daha çok  GAP sulama kanallarının tamamlanması, Bölgeye teşviklerin getirilmesi, turizm yönünden Bölgenin desteklenmesi, OSB’nin altyapısı konularında olmuştur. Bütün bu taleplerin arkasında varolan en önemli konu bölgenin üretim potansiyelini geliştirecek önlemlerin  ivedilikle alınması olmalıdır.  Buradaki nüfusun insan onuruna yarışır bir şekilde yaşayabilmesi için tekrar toprakla bağını kurmak öncelikli olmalıdır.








Korucuların Ortak Görüşü: Devlet Bizi Kullandı

Korucuların Ortak Görüşü: Devlet Bizi Kullandı

*As published in BİANET on 10/11/2013




Koruculuk sistemi 1985 yılında kurulduğu günden bugüne Türkiye’de oldukça tartışılan bir konu oldu. Sistem kamuoyunda bugüne kadar daha çok korucular tarafından işlenen suçlarla gündeme geldi. Bunun dışında koruculukla ilgili bilgi oldukça az. Kimdir bu korucular? Nasıl yaşarlar? Neden ve nasıl korucu oldular? Kürt toplumunda korucu çocuğu olmak ne demektir? Korucuların kendileri koruculuk sistemi hakkında ne düşünüyorlar? Sistemin kaldırılmasını talep ediyorlar mı? Geleceğe nasıl bakıyorlar?
DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) 2 yıldır yürüttüğü Koruculuk Araştırması korucuların pek de bilinmeyen bu yönlerine ışık tutması anlamında çok kıymetli. 9 Kasım’da Diyarbakır’da düzenlenen bir toplantı ile “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi” isimli araştırma kitabının yazarlarından ikisi  Şemsa Özar ve Nesrin Uçarlar araştırma sonuçlarını aktardılar.
Araştırmadan çıkan en önemli bulgulardan biri korucuların homojen ve tek tip olmadıkları. Nitekim ellerine silahı ilk nasıl aldıklarından da bunu anlayabiliyoruz. Korucuların bir kısmı silahı ellerine gönüllü almış bir kısmı zorla. Kimi insanlar jandarma baskısı ve köylerini terk edemedikleri için istemeyerek koruculuğu kabul ediyor, bazıları yanlış bilgilendirme sonucu bunu bir bekçilik sistemi olarak değerlendirip eline silahı alıyor. Kimisi PKK’ye karşı silahı alıyor, kimisi “düşman” aileler karşı üstünlük sağlamak amacıyla alıyor. Yine koruculuğu “memuriyet” gibi görerek, sağlayacağı maddi çıkar ve sosyal güvenceden dolayı alanlar olduğu gibi  yoksulluk ve geçim derdi nedeniyle silahı alanlar da olmuş. Ancak özellikle çok büyük korucu grupları “devlet yanlısı” olan aşiretler tarafından oluşturulmuş. Koruculuk, bu aşiretlere yaptıkları yasadışı işlere devlet tarafından göz yumulmasını sağladığı gibi silaha da yasal yoldan ulaşma imkanı da veriyordu.
Nitekim bugün korucular ve aileleri, koruculuk sistemini sorgularken veyahut  sistemin geleceğine ilişkin düşüncelerini belirtirken de bu  farklılıklar su yüzüne çıkıyor. Korucuların bir kısmı, özellikle de zorla korucu yapılanlar sistemin en kısa sürede kaldırılmasını istiyor. Bir kısım korucu ise sistemin kaldırılması için önce can güvenliği, iş ve özlük haklar talep ediyor. Diğer yandan, özellikle çeşitli suçlara bulaşmış, elindeki silahla insanlara zarar vermiş olanların bir kısmı ise silahı bırakmaya hiç niyetli değiller. Silahın verdiği nüfuz ve gücün devamını istiyorlar. Bu farklı korucu gruplarının hepsinin ortak görüşü ise “devlet bizi kullandı” düşüncesine sahip olmaları.
Toplantıda Nesrin Uçarlar koruculuk meselesine devletin bakışını çok "erkek" bulduğunu, özellikle son 30 yıllık Meclis tutanakları incelendiğinde devletin koruculuk sistemiyle ilişkisini “tecavüz sonucu ortaya çıkan gayri meşru çocuğu nüfusuna aldırmaya çalışan bir baba” olarak gördüğünü belirtiyor. Öte yandan, Şemsa Özar’ın korucularla yapılan görüşmelerden aktardığı sözlere baktığımızda “bu gayrimeşru çocuğun da babayı hiç benimsemediğini” rahatlıkla söyleyebiliriz. Görüşülen korucuların hemen hemen hepsi devletin onlara “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi yaptığını, “devlet babanın” gayrimeşru çocuğunu keyfice ve  usulsüzce kullandığını belirtiyorlar. Bir korucu bu durumu şöyle açıklıyor:
“Askeriye yeri geldiğinde iyi davranıyor, yeri geldiğinde baskı yapıyor, hakaret ediyor. Koruculuğun bize hiç faydası olmadı, ama alıp götürdüğü çok şey oldu. Bu sistem batık durumda” [1]
Bu “batık sistem” maalesef muhalefetteyken her partinin kaldırmayı vaad ettiği, ancak iktidara geldiğinde  kaldırmak için çaba sarf etmediği, hatta aşiret ilişkilerinden dolayı yararlanmaya çalıştığı bir sisteme dönüşmüş durumda. Nitekim AKP de, parti programında koruculuğun tasfiyesi olmasına rağmen, 12 yıldır bu konuda bir adım atmadığı gibi  yeni korucu alımlarına da devam etti. Barış sürecinin başladığı, silahların sustuğu 2013 yılı başlarından sonra da bu alımların devam etmesi bu sürece olan kuşkuları da arttırmakta. Silahlar sustuysa neden Kürt köylüler halen kendi çocuklarına karşı silahlandırılmaya çalışılıyor? Devlet acaba koruculara başka bir misyon mu yüklemeyi düşünüyor?








[1]  Özar&Uçarlar&Aytar(2013); Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, sf. 154.