Tuesday, December 26, 2017

Should children die?

Should children die?

The winter months of late 2015 and early 2016 were a dark time in southeastern Turkey. Our cities were under bombardment. There were military curfews in many Kurdish cities. Children were dying from shrapnel and gunshot wounds. Most of schools in the mainly Kurdish southeast were closed. Many teachers had left. Kurdish people were isolated from the rest of the country. It was hard to make even our voices heard under the bombardment.
There were some muted protests in western Turkey. But most of the people who live in the more affluent west of the country appeared indifferent to what was happening in the east.

تركيا.. هل ينبغي أن يموت أطفال المناطق الكردية؟


كانت أشهر الشتاء في أواخر عام 2015 وأوائل عام 2016 فترة عصيبة في جنوب شرق تركيا، حيث تعرضت الكثير من مدننا للقصف ورزحت العديد من المناطق الكردية تحت حظر تجول عسكري. كان الأطفال يموتون جراء الإصابة بشظايا القذائف والطلقات النارية، وأغلقت معظم المدارس فى الجنوب الشرقي ذي الأغلبية الكردية فيما فر العديد من المعلمين هربا من العنف.

100 yıllık inkârın bir parçası olarak kayyımlar

Diyarbakır Demir Otel’de uzun süredir görmediğimiz bir hareketlilik yaşanıyor. "Diyarbakır üzerine örtülü toprağı atıyor mu" diye düşünmeden yapamıyor insan. Demokratik Bölgeler Partisi'nin “Yerel Yönetim Modeli ve Bir Gasp Aracı Olarak Kayyım Uygulamaları Raporu”nu açıklayacağı toplantının yarattığı bir kalabalık bu. Toplantıda hem rapor açıklanıyor, hem de sivil toplum örgütlerinin temsilcileri 15 aydır yaşadıkları kayyımlı hayatı anlatıyorlar.

Kayyım öncesi

Kayyımlar öncesinden başlayalım. 1999, Kürtler için önemli bir tarih. HADEP ilk defa seçimlere girip 37 belediyeyi kazandı. 2004 seçimlerinde kazanılan belediye sayısı 57’e, 2009 seçimlerinde 99’a yükseldi. 2009 seçiminde DTP’nin yüzde 40 kadın kotası koyduğunu da vurgulamadan geçmeyelim. 2012’ye gelindiğinde artık kadın kotası yerine eşbaşkanlık vardı. “Özgür İnsan, Özgür Toplum, Özgür Doğa” sloganıyla girilen seçimde 102 belediye kazanıldı. İmkânsızlıklar içinde, baskılarla kazanılmış 102 belediye!

Türkiye, hak ve özgürlüklerde hiç olmadığı kadar rahatmış


“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilk imzalayan ülkeler arasında yer alan Türkiye, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in temel insan hakları sözleşmelerine taraftır. Kanunlar önünde bireylerin eşitliği ve ayrımcılığa uğramamaları ilkelerine dayanan insan haklarına saygı, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez niteliğidir.
Ülkemiz son 15 yılda çok farklı alanlarda hayata geçirdiği reform ve düzenlemelerle bu temel niteliğini daha da pekiştirmiştir. Vatandaşlarımızın inançlarını yaşamalarının önündeki engeller kaldırılmış, darbe dönemlerinin vesayet izleri silinmiş, devletle-vatandaş arasındaki bağ daha da güçlendirilmiştir.

Friday, December 15, 2017

Ancient heart of Turkey's biggest Kurdish city ripped up

*As published on Ahvalnews on 05.12.2017
https://ahvalnews.com/sur/ancient-heart-turkeys-biggest-kurdish-city-ripped

The world’s longest 24-hour curfew continues in my hometown.
The curfew that began in six districts of Diyarbakır’s ancient Sur neighbourhood has gone on for two years now. These six districts make up 75 hectares of Sur’s total 148 hectares, that is, about half of Sur.
The curfews started in August 2015 and lasted for just a few days at first, then sometimes for a week or 10 days. They became permanent days after the murder in the city of human rights lawyer Tahir Elçi. On Dec. 2, 2015, the sixth curfew notice was issued. Nine days later, on Dec. 11, 2015, the curfew was lifted for 17 hours, but has been in effect around the clock since then.
With the curfew, the fighting started. From Dec. 2, 2015 until March 10, 2016, Sur was under attack for a full 100 days. People in Sur were dying, and 7,000 years of history was being destroyed. Outside Sur, between the sounds of explosions, life continued in a half-dead way. Inside the ancient heart of the city, dozens of people died, many more were wounded.
Today, the exact number of dead and wounded is still not known. After the end of the operation, when it was still possible to repair Sur’s streets, homes, and neighbourhoods, the government decided to tear it all down instead. The demolition started in March 2016.

تركيا.. وكأن ما مضى ليس عامين، بل 1000 عام!

*As published in Ahvalnews on 02.12.2017
https://ahvalnews.com/tr/nurcanbaysal
لا زال أطول أنواع حظر التجوال في العالم مفروضًا ومستمرًا في بلدي.
في 2 ديسمبر 2015 بدأ حظر التجوال رقم 6 يطبق في 6 أحياء من منطقة سور التابعة لديار بكر جنوب شرق تركيا، وقد أكمل عامه الثاني منذ أيام.
تشغل تلك الأحياء الستة مساحة 75 هكتارًا من منطقة سور المقامة على 148 هكتارًا، أي إنها تعادل نصف المدينة.
وكانت فترات حظر التجوال -الذي بدأ في أغسطس 2015- تستمر لبضعة أيام في أول الأمر، ثم أصبحت تستمر ما بين أسبوع- 10 أيام أحيانَا. وقد تأبَّد هذا الحظر بعد مقتل رئيس نقابة محاميِّ ديار بكر السيد طاهر ألتشي؛ ففي 2 ديسمبر 2015 فرض حظر التجوال للمرة السادسة. وبعد 9 أيام، أي في 11 ديسمبر 2015 منحت السكان مهلة لمدة 17 ساعة ليخرجوا من منطقة سور. ولا يزال الحظر مستمرًا اليوم كما كان بالأمس.

Sanki 2 yıl değil, bin yıl geçmiş gibi…

Sanki 2 yıl değil, bin yıl geçmiş gibi…

*As published in Ahvalnews
https://ahvalnews.com/tr/sur/sanki-2-yil-degil-bin-yil-gecmis-gibi

Dünyanın en uzun sokağa çıkma yasağı memleketimde devam ediyor.
Diyarbakır Sur’un 6 mahallesinde, 2 Aralık 2015 tarihinde başlayan 6. sokağa çıkma yasağı bugün ikinci yılını doldurdu.
Bu 6 mahalle 148 hektar üzerine kurulu Sur’un 75 hektarına, yani yarısına tekabül ediyordu.
Ağustos 2015’te başlayan ve ilk başta birkaç gün, bazen 1 hafta-10 gün gibi sürelerle devam eden yasaklar, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesinden sonra kalıcılaştı. 2 Aralık 2015 tarihinde yasak 6. kez ilan edildi. 9 gün sonra, 11 Aralık 2015’te, Sur’dan insanlar çıksın diye yasağa 17 saatlik bir mola verildi. Yasak o gün bugündür devam ediyor.
Yasakla birlikte bombardıman başladı. 2 Aralık 2015-10 Mart 2016 arası tam 100 gün Sur bombardıman altındaydı. Sur’da insanlar ölür, 7000 yıllık bir tarih yok olurken, Sur dışında da “bom, bom, bom”… sesleri arasında yaşam yarı-ölü bir şekilde devam etti. Onlarca insan öldü. Onlarca insan yaralandı.

Tuesday, December 12, 2017

Ben bu yazıyı yazacağım, muhtemelen siz okuduğunuzda inanmayacaksınız

Ben bu yazıyı yazacağım, muhtemelen siz okuduğunuzda inanmayacaksınız


“Ölüm acı, ama sevdiğinin cenazesinin verilmemesi daha acı. Yüzüne karşı alaycı bir şekilde cenazenin kurda kuşa yem edildiğinin söylenmesi ise, bu acının tarifi yok. Oğlum 93 doğumluydu. Askerliğini de yapmıştı. Askerden sonra dağa gitti. Bu yıl 5 Mayıs’ta oğlumun çatışmada öldürüldüğü haberini aldık. Televizyonlarda çıkmış ölüm haberi. Çukurca’da öldürülmüş. İnternete girdik, sosyal medyada, güvenlik güçleri tarafından kullanıldığı söylenen “kanlıkule” isimli twitter hesabından oğlumuzun parçalanmış cenazesinin resminin paylaşıldığını gördük.
Resimde özel timler ayakları ile basmışlardı oğlumuzun cenazesine. Taziyemizi kurduk. 20 gün sonra eşimle birlikte Hakkari’ye gittik. İlgili komutanla görüştük. ‘Cenazemizi almaya geldik’ dedik. ‘Cenazeniz yok, dereye attık’ dedi.  Dedim ki ‘Bak paşam, çocuğumu niye öldürdün demiyorum sana. Kirli bir savaşın içindeyiz hepimiz. Ama cenazemi bana vermekle mükellefsin. Çocuğum idamla yargılanmış olsaydı bile, mahkemesi bitmiştir artık. Benim ana baba olarak çocuğumu gömme hakkım var. Siz araziye gidip alamıyorsanız, ben gidip alayım çocuğumun cenazesini’ dedim. Hatta ‘gideyim tüm analar adına tüm cenazeleri alayım’ dedim. ‘Geçen hafta öldürdüklerimizi kediler köpekler yiyor alanda’ dedi. ‘Senin çocuğun var mı?’ diye sordum. ‘Bak ben çocuğumu kendim dağa yollamadım. Çocuğum dağa sizin yüzünüzden gitti.  Burası bir hukuk devleti ise benim çocuğumu gömme hakkım var. Dünya tarihi boyunca herkes gider, savaştan sonra cenazesini alır ve çocuğunu gömer.” Dedi ki ‘cenazeyi vereyim de 2000 kişi cenaze törenin de mi yürüsün?’ ‘
Oğlumu sessiz sedasız gömeceğim. Annesi bir parça kemik istiyor paşam. Bunu bize yapma’ dedim. ‘Yok, cenaze yok, dereye attık’ dedi. ‘Bak paşam sana yalvarıyorum, elini ayağını öpeyim, bize bu acıyı yaşatma’ dedim. ‘

Yıkıntılar arasında

Kaç yıldır artık yıkıntılar arasında yaşıyoruz bilmiyorum. Geçenlerde bir arkadaşım Sur’da bir yerden geçerken “burada eskiden şöyle bir ev vardı, hatırlıyor musun?” diye sordu. Dehşet içinde fark ettim ki hatırlamıyorum. Sanki uzun yıllardır bu yıkıntılar var, uzun yıllardır yıkıntılar arasında yaşıyormuşuz gibi…
Yine öyle hüzünlü bir Diyarbakır günü. Kayyımın her 10 metreye astığı “Her şey Diyarbakır için”, “İsteyince oluyor”, “Diyarbakır’a hizmet etmekten onur duyuyoruz”, “Daha güzel bir Diyarbakır için çalışmalarımız devam ediyor”, “İşimiz gücümüz Diyarbakır”… pankartları arasında Sur’a giriyorum. Önce yıkımın geldiği boyutu net görebilmek için yüksek bir binanın çatısına çıkıyorum. Karşımda yasağın hala devam ettiği, artık dümdüz bir arazi olan Xançepek (Gavur Mahallesi) var. Dört Ayaklı Minarenin arkasından itibaren bomboş bir arazi ve bu arazinin içine yeni yapılan saçma sapan beton birkaç ev. Öfke ve sızı her yanımı kaplıyor. Hemen sağda üstü Türk bayrakları ile kaplı, girmenin hala yasak olduğu Keçi Burcu görünüyor. Sadece 2 yıl önce Keçi Burcunun üzerinde kahve içtiğimizi düşünüyorum. Burcun çıkıntılarından Hevsel’e bakmak çocuklarımın en büyük keyiflerinden biriydi… Sızım ve öfkem artıyor.

Tuesday, December 5, 2017

TOKİ’ler ve Cenazeler

TOKİ’ler ve Cenazeler


Geçen hafta medyanın bir kısmında ufak bir haber geçiyordu:
“Şırnak’ta TOKİ’lerin yapıldığı alanda 2 cenaze daha bulundu”.
“Daha” kelimesini açalım. Ekim ayında Şırnak’ta yine TOKİ’lerin yapıldığı alanda bir cenaze “daha” bulunmuştu. Mayıs ayında yine Şırnak’ta TOKİ inşaatında 2 cenaze “daha” çıkarılmıştı. Mayıs ayında Nusaybin’de de TOKİ inşaatında cenazeler çıkıyordu. Ekim ayında Nusaybin’de TOKİ inşaatında bir cenaze “daha” bulunacaktı… Aynı şey Yüksekova ve Cizre için de geçerli. Kentler yıkılıyor. Cenazeler çıkarılmadan üzerine hızla TOKİ’ler inşa ediliyor. Sonra Kürtlere kemiğin, kanın, cenaze parçalarının üzerine yapılan evlere “git yerleş” deniyor.
Geçen hafta Karin Karakaşlı Duvar’da yazmıştı içinde bulunduğumuz “serbest kötülük” halini. Marina Abramovic’in  “Rhythm 0” adını verdiği gösteriden örnekle, “kötülüğün hiçbir cezaya maruz kalmadan, aslında tam bir cezasızlık ve sorumsuzluk iklimi içerisinde hızla yayılışının hikâyesini” anlatmıştı Karin Karakaşlı.[1]  Uzun süredir düşünüyorum da, kötülük hiç bu kadar serbest olmuş muydu?

Sunday, December 3, 2017

Kürt Çocukların Öfkesi

Son birkaç haftadır Kürt illerindeki okullardan geçen resimlerin içimde bıraktığı sızının tarifi gerçekten imkânsız. Belki de nedeni, bu görüntülerin beni anmayı sevmediğim, güzel anılarla hatırlamadığım çocukluğum ve okul dönemlerime götürmüş olması.  
Bir görüntüde alnına ay yıldız çizilmiş, eline bayrak tutuşturulmuş küçük Kürt çocuklar var. Siirt Kurtalan'ın Kayabağlar köyü ilkokulunda, öğretmenler çocukların alınlarına ay yıldız çizerek, ellerine bayrak verip evlerine bu şekilde göndermişler. Bismil’de bir okulda ise bu sefer, akıllı tahtaya yansıttığı Türk bayrağı önünde bozkurt işareti pozu veren öğretmen var. Bu öğretmen Kürt çocuklara eğitim veriyor. Bir başka resim ise Şırnak’tan. Tahtaya 3 şey yazılmış. İlki “Kürtçe konuşmayacağım”, ikincisi “ders içinde konuşmayacağım”, üçüncüsü “sınıfta kavga etmeyeceğim”. Yani en önemlisi sınıfta Kürtçe konuşmamak. Bu kavga etmemekten çok daha önemli öğretmenin gözünde.

لماذا تقوم تركيا بنشر قوات شبه عسكرية في مدنها

*As published in Ahvalnews on 12.11.2017
https://ahvalnews.com/tr/nurcanbaysal

عندما اضطرت الحكومة التركية إلى حماية القرى الكردية في جنوب شرقها في منتصف الثمانينيات من المتمردين المنتمين إلى حزب العمال الكردستاني، قام الرئيس تورغوت أوزال آنذاك بتفعيل نظام "حراسة القرى" الذي أنشئ في عام 1985. فقد قام هذا النظام بتجنيد القرويين، معظمهم من الأكراد أنفسهم، للعمل كقوة شبه عسكرية لحماية قراهم ومساعدة الجيش التركي. وحافظت تركيا على النظام منذ ذلك الحين، على الرغم من معارضة كل من جماعات حقوق الإنسان وأعضاء البرلمان التركي.
ووصولاً إلى التسعينيات، وصل عدد حراس القرى إلى حوالي 90 ألف حارس. وعلى الرغم من تباطؤ هذه العملية خلال العقد الأول من القرن الحادي والعشرين، فترة سلمية نسبياً، إلا أنه منذ اندلاع نزاع جديد بين تركيا والأكراد في أغسطس 2015، تسارعت وتيرة توظيف "حارسي القرى" بشكل متزايد مرة أخرى.

Saturday, December 2, 2017

Süryani halkının yalnızlığı

Süryani halkının yalnızlığı


Dün akşam vakitlerinde Midyat’a bağlı Derkube (Karagöl) köyünden bir telefon aldım. Derkube bir Süryani köyü. Telefonun ucundaki Süryani, ürkmüş bir şekilde bir yakınının başından geçen olayı anlatıyor ve bunu duyurmam için benden yardım rica ediyordu. Önce anlattıklarını kendisinden bir dinleyelim:
“Son 2 yıldır Bölgede Süryani köyleri de dâhil birçok köyde operasyonlar var. Operasyona çıkan askerler sık sık köylere de geliyorlar. Aslında askerlerle şimdiye dek büyük bir problem yaşamadık. Geçenlerde zırhlı araçlarla köye geldiler. ‘Su içebilir miyiz’ diye sordular, su verdik. Köyümüzde 1600 yıllık bir kilise var. Kilisenin içini görmek istediler, ‘buyurun’ dedik. Kapıdan bakıp gittiler. Ancak geçen hafta şöyle bir olay yaşadık. Engelli bir yakınım var. Kendisi keçi otlatırken köyün mezrasında bir grup asker ve korucu ile karşılaşıyor.  Korucular ‘burada hiç PKK’li gördün mü?’ diye soruyorlar. Yakınım ‘hayır bir şey görmedim’ diye cevaplıyor. Koruculardan biri başına silahı dayayarak ‘seni öldüreceğiz’ diyor. Köye doğru gidiyorlar, telefonla arayınca yakınımın abisi geliyor. Korucular ‘siz bu dağlarda militan besliyorsunuz, sizi de karılarınızı, kızlarınızı da yaşatmayacağız, yok edeceğiz sizleri’ diye tehdit ediyorlar. Korkunç hakaret ediyorlar. Komutan da geliyor, o da sert davranıyor. Korucular ‘eğer bu civarda herhangi bir PKK’linin izine rastlarsak sizi gelip tarayacağız’ diyerek köyden ayrılıyorlar.”

Kürt’ün gasp edilen iradesinde “yeni bir gelişme yok”

Diyarbakır’da artık değişmeyen mutsuz sabahlardan biri daha. Tüm bu olumsuzluk ve mutsuzluk bulutu arasında, ayağa kalkmak için enerji toplamaya çalışırken telefonuma bir mesaj geliyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinden gelen mesajda şöyle yazıyor:
“1 yıldır size hizmet etmekten daima onur duyduk. Sizlerle daha güzel günlere… Cumali Atilla Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı”.
Güleyim mi ağlayayım mı gerçekten bilemiyorum. Seçtiğimiz Belediye Başkanı asılsız suçlamalarla cezaevine atıldı. 1 yıldan fazladır cezaevinde ve yarın Malatya’da duruşması var. Koltuğu zorla gasp edildi. Ve bu zorla oturulan koltuktan, iradesi gasp edilmiş halka bu mesajı atabilmek… Kayyım gerçekten kendisini bu şehrin belediye başkanı mı sanıyor? Yürürken, arabayla geçerken, herhangi bir şekilde bu şehirdeki insanların hiç mi yüzüne bakmıyor, yüzlerdeki derin hüzün, mutsuzluk ve öfkenin hiç mi farkında değil?

Wednesday, November 29, 2017

Why Turkey is posting paramilitary forces to its own cities

Why Turkey is posting paramilitary forces to its own cities


*As published in Ahvalnews on 12.11.2017
https://ahvalnews.com/pkk/why-turkey-posting-paramilitary-forces-its-own-cities


When the Turkish state needed help protecting Kurdish villages in its southeast region in the mid-1980s from insurgents belonging to the Kurdish-separatist Kurdistan Workers' Party (PKK), then-president Turgut Özal began a “village guard" system. The controversial system, established in 1985, recruited villagers – mostly Kurdish themselves – to act as a paramilitary force both to protect their villages and to aid the Turkish military. The Turkish state has kept the system in place since then, despite opposition from both human rights groups and from within the Turkish parliament.
The number of village guards was around 90,000 in the 1990s. Even though recruitment slowed down during the 2000s – a relatively peaceful period – from the outbreak of new conflict in August 2015 recruitment began to gain speed once again. Unfortunately, there is no precise data on the number of recruits today. The most recent figures from the General Directorate of Provincial Administration are from February 2014. According to those numbers, in 2014 there were 47,800 temporary village guards in addition to 25,000 voluntary village guards in 22 provinces.

Yeni savaşın yeni Korucuları

Yeni savaşın yeni Korucuları

*As published in Ahval on 12.11.2017
 https://ahvalnews.com/tr/korucular/yeni-sava%C5%9F%C4%B1n-yeni-korucular%C4%B1


Koruculuk sistemi kurulduğundan bu yana oldukça tartışmalı bir konu oldu. Hayata geçirildiği 1985’ten bugüne 32 yıl boyunca, insan hakları kuruluşlarının güçlü karşı çıkışları ve parlamentodan çıkan birtakım karşı duruşlara rağmen, koruculuk sistemini devlet ısrarla sürdürdü.
1990’lı yıllarda sayıları 90 bine kadar çıkan korucuların sayısı, 2000’li yıllarda kısmen azalsa da, 2015’te savaşın tekrar başlaması ile hızla artmaya başladı.
Bugün korucu rakamlarına ilişkin elde net bilgiler maalesef mevcut değil. En son Şubat 2014’te İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre 22 ilde toplam 47.800 geçici köy korucusu bulunuyordu. Buna ek olarak da yaklaşık 25 bin civarında da gönüllü köy korucusu olduğu tahmin ediliyordu.
Ancak hem bu rakamlar hem de koruculara ilişkin “geçici”, “gönüllü”, “köy korucusu” gibi nitelikler PKK ile savaşın tekrar başladığı 2015 yılından sonra değişmeye başladılar.

Monday, November 20, 2017

Sisi kod adlı terörist

Sisi kod adlı terörist


2016’nın Nisan başıydı. Devletin ajansı AA büyük bir haber geçmişti. Haberde “Sisi kod adlı teröristin sağ ele geçirildiği” yazıyordu. Yandaş medya da büyük puntolarla vermişti haberi.
7 Nisan’da 77 yaşındaki Sisi kod adlı terörist “örgüt üyeliği” iddiası ile tutuklandı. 3 ay sonra, 23 Haziran 2016’da sağlık sorunları nedeniyle tahliye edildi. Ancak 10 ay sonra görülen duruşmada, “Örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek” suçlaması ile 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı. 8 Nisan 2017’de cezasının infazının onaylanmasının ardından aynı suçlamadan yargılanan oğlu Zafer Bingöl ile birlikte, tekrar tutuklanarak Muş E Tipi Kapalı Cezaevine götürüldü. 
Yandaş medyanın Sisi adını taktığı teröristi bir de benden tanıyın:

Felek’in kaderi farklı olabilirdi!

Felek’in kaderi farklı olabilirdi!

Muhtemelen duymadınız ismini. İsmi Felek Batur, 7 yaşındaydı. 2 gün önce Siirt’te zırhlı aracın altında kalarak öldü.
Sadece birkaç haber sitesinde, 2-3 cümle ile geçen haberden öğrendiğimiz şu: Felek, kardeşi ile el ele sokakta yürüyormuş. O sırada mahalleye giren zırhlı araç, Felek’i ezip geçmiş. Felek oracıkta kaybetmiş yaşamını. Kardeşi şans eseri yara almadan kurtulmuş diyor haberler. O kardeşin ömür boyu taşıyacağı bir yürek yarasıyla kaldığını es geçerek. Haberler mahallelinin olaya tepki gösterince, polislerin “neden çocuklarınız dışarı çıkıyor” diye mahalleliye çıkıştığını yazıyor. Bir de Felek’in babası şöyle söylemiş haber ajanslarına: “Kızımın tek bir fotoğrafı dahi yok.”

Thursday, November 16, 2017

Osman Kavala, bir iyi adam


Osman Kavala, bir iyi adam

Bu sabah sivil toplumcu, işadamı, Osman Kavala’nın gözaltına alındığını öğrenerek uyandım. Onunla ilgili birçok şeyi biliyorsunuz zaten, ben bilmediklerinizden bahsedeyim.
Osman Kavala ile yaklaşık 16 yıl önce sivil toplum çalışmaları sırasında tanıştım. O zamanlar aktif olduğum kadın çalışmalarına Osman Kavala da yoğun destek veriyordu. Daha sonra kültür sanat alanında yaptığı birçok çalışmanın ya içinde bulundum ya da bir ucunda yer aldım. Yıllar boyunca Kars’tan Muş’a, Diyarbakır’a, Antep’e, Antakya’ya, Mardin’e, Erivan’a, İç Anadolu’ya, Çanakkale’ye, Bursa’ya… ülkenin birçok yerinde aynı masa etrafında bir araya gelemeyecek birçok insanı kültür-sanat çalışmaları ile nasıl bir araya getirdiğine şahitlik ettim. Sadece kültür-sanat çalışmaları da değil, çocuk hakları, mayın mağdurları, yoksulluk, kalkınma çalışmaları, LGBT bireylerin hakları, Kürt sorununun ve Ermeni sorununun diyalogla çözümü, demokrasi, özgürlük, adaletin tesisi…
Öylesine çok ve farklı alanlarda katkı sundu ki bu ülkeye.  Kurucusu olduğu Anadolu Kültür, Anadolu’nun dört bir yanından yerel sanatçıları destekledi, yerel kültürlerin ortaya çıkarılmasında çaba sarf etti. Genç sanatçılara destek verdi. Anadolu şehirlerinde üretilen kültür sanatı diğer şehirlerle buluşturdu. Çocuk hakları için uzun yıllar uğraş verdi. Savaşın ortasında çocuklar için fotoğraf atölyeleri düzenledi. Edebiyat, sinema günleri düzenledi. Üniversitelerde sinema kulüplerinin kurulmasına destek verdi.

Sur’da sonbahar

Uzun bir yazdan sonra sonunda sonbahar geldi. Yapraklar yavaş yavaş dökülmeye başladı. Sur’un ana caddesi Gazi Caddesi hareketli. Cadde girişindeki polis kontrol noktaları ve Sur’a açılan tarihi kapılardaki barikat ve kontrol noktaları artık hayatımızın bir parçası. Bazen bunlardan önceki hayatı, 2 yıl öncesini hatırlamak için zihnimi zorlarken buluyorum kendimi…
Neredeyse her öğlen yaptığım gibi, bu öğlen de barikatların ve eli kalaşnikoflu polislerin arasından, Tek Kapı’dan geçerek giriyorum Sur’a. Aydın Büfe'de bir sandviçten sonra Sur içlerine doğru yürümeye başlıyorum. Yeni düzenlenen ve gösterişli bir park yapılan İçkale tarafına ayaklarım gitmiyor. Sur’un bildiğim, eski sokaklarına dalıyorum. Kilimci Hasan ustayı görüyorum. Kürsüyü uzatıyor, kırmıyorum, çaylar geliyor. Birkaç esnaf daha toplaşıyor. Gündem Güney'deki referandum. Türkiye’nin tavrı Kürtleri bir kez daha öfkelendirmiş görünüyor. “Gerekirse gider Güney için de savaşırız” diyor usta. Gözünden bir gölge geçiyor. Muhtemelen Rojava’da kaybettiği yeğeni aklına düşmüş olmalı diye düşünüyorum. Başka bir esnaf; "Kimse Kürtlere bağımsızlığı altın tepsiyle sunmuyor, her şey şehitlerimizin kanıyla oluyor, Kürtlere söz söyleme hakları yok" diye ekliyor.

Kürdü çıplak soymak


"Bütün köy bir eve sığınmıştık. Üst üste. Askerler geldi. Kocamı dışarı çıkardılar. Soydular herkesin içinde. Dövdüler dipçiklerle. Ben bayılmışım o sırada. Kocamın üzerinden tankla geçmişler. Ertesi gün kocamın etlerini yerden kazıdım”.
Bu sözleri, Tatvan’ın 1990’larda yakılan köylerinden birinde dinlemiştim. Uzun yıllar çalıştığım bu köylerin hikâyesini daha sonra O GÜN ismi ile bir kitapta topladım. Kürdü çıplak soymak bir devlet geleneği şeklinde O GÜN bugündür devam ediyor.
2015’te bu gelenek tekrar hortladı.

Çocuklar öldüler, peki bundan sonrası?

Karanlık bir dönemdi. Şehrim bombardıman altındaydı. Gündüz Sur’a koştuğumuz,  Sur’da yaşananları duyurmaya çalıştığımız, akşamları eve utançla döndüğümüz günler. Sadece Sur değil, Şırnak’tan, Cizre’ye, Silopi’ye, Nusaybin’e, Silvan’a… Çocukların öldüğü günler.
Duvarlarımıza ırkçı yazıların yazıldığı, geceleri “Ermeni piçi” anonslarıyla birlikte, “ölürüm Türkiyem” şarkılarının dinletildiği günler. Yüz binlerce insanın sırtlarında yatak, döşekleri evlerini terk etmeye zorlandığı günler.
Güvercinlerin, ineklerin bile kurşunlandığı günler. İnsanların “hayvanlarımızı niye vuruyorsunuz, onlar da Kürt mü” diye haykırdığı günler. Yerde cenazelerin olduğu günler.

Thursday, November 2, 2017

Zini’nin kemikleri

Zini’nin kemikleri


8 Ağustos 1938 sabahı. Sabahın erken saatlerinde askerler, o zaman Dersim sınırları içerisinde olan (bugün Erzincan sınırları içerisinde) Surbahan ve çevre köylere gelirler. 100 kadar Alevi erkeği, devrilen bir kamyonu kurtarma bahanesi ile toplarlar. Köylüler üç gün bir ahırda tutulurlar. Aralarında şehir esnafından kişiler olduğu gibi ortaokul öğrencileri, muhtarlar, çeşitli mesleklerden insanlar da vardır.  3 gün sonra 100’e yakın köylü iplerle birbirlerine bağlanırlar. Köylülerin yakınları, çoluk çocuk, kadın herkes bağrış çağrış feryat içindedirler.  
“Siz Kızılbaşsınız” denerek yürütülürler, ta ki Ovacık sınırında olan 3200 metredeki Zini Gediği’ne kadar. Burada kurşuna dizilirler. 3 kişi kaçabilir. İkisi yakalanır, başları taşla ezilir. 1 kişi ise kaçabilir ama bağırsakları dışarıdadır, bir müddet sonra ölür. Katledilen köylülerin cesetleri öylece bırakılır ortada. Yasak bölge olduğu için yıllarca kimse gidemez Zini Gediği’ne. 1950’li yılların başında ancak insanlar gidebilirler. Ve orada üst üste yığılmış kemikleri görürler.

Kürt düşmanlığına karşı Kürtlerin birliği

“Sen kaşındın Barzani”
“İsrail Barzani’yi kurtaramaz”
“Referandum yok hükmünde”
“Sorumlusu hesap verir”
“Kaos sandığı”
“Sonrasını Barzani düşünsün”
“Üçlü kıskaç”
“Yazık olacak”
Irak Kürt Bölgesel Yönetiminde dün yapılan referanduma ilişkin Türkiye gazetelerinin manşetleriydi bu sözler. Akit gibi kimi gazeteler daha da ileri giderek Barzani’nin kafası koparılmış karikatürlerini yayınladı.  Irkçı, milliyetçi, şoven söylemleri ile CHP ise bizi yine şaşırtmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan baktı ki referandum oluyor, bu sefer  “Vana bizde”, “bir gece ansızın gelebiliriz”…diye kükremeye başladı.  Barzani’yi “köpek” diye çağıran başdanışmanı anmak bile istemiyorum. Bu mide bulandırıcı dil ve üslup, Türkiye devletinin ne şekilde nasıl insanlar tarafından yönetildiğinin de bir göstergesi elbet. Vanalar kapanır mı, o vananın ucu artık hangi memlekete gider, bir gece ansızın neler neler olur, ömrümüz yeterse bunları göreceğiz elbet.

Savaş çığırtkanlığı yapanlar için birkaç not

Geçtiğimiz haftalarda İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi kıymetli bir rapor açıkladı. 24 Temmuz 2015- 24 Temmuz 2017 dönemi arasında meydana gelen insan hakkı ihlallerine ilişkin bu rapor, geçtiğimiz iki yılın korkunçluğunun sayılara dökülmüş bir ifadesi.
Rapora göre, bu iki yıl içerisinde:

Monday, October 30, 2017

Yerde bırakılan cenaze, teslim edilmeyen cenaze, gömülemeyen cenaze!

Yerde bırakılan cenaze, teslim edilmeyen cenaze, gömülemeyen cenaze!


Aysel Tuğluk’un annesi Hanım Tuğluk’un cenazesine yapılan çirkin saldırıya karşı toplumda önemli bir tepki oluştu. Bu umut verici. Ancak cenazelere saldırı bu topraklarda ilk defa olmuyor.  Geçmişte Ermeni, Süryani ve daha birçok azınlık mensubu insanlara ait cenazelere yapılan saldırıları biliyoruz. Takılar, altın dişler için mezardan çıkarılan ölüleri birçoğumuz duymuşuzdur.
Kürt illerinde ise uzun süredir, mezarlık ve cenazelere saldırılar devam ediyor. Bölgede kırsal alanlarda bulunan PKK’lilere ait mezarlıklar son 2 yıldır birçok kez tahrip edildi. Son 2 yıldır devam eden bu kuralsız savaş, Kürdün sadece dirisi değil, ölüsünü de etkiliyor. Aylarca yerde kalan cenazeler, bozulmasın diye buzluğa konulan cenazeler, uzuvları kesik gelen cenazeler…

Bu çağda bu vahşet inanılır gibi değil!

Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan Arakanlı sığınmacıların Bangladeş'teki Kutupalong Kampı'nı ziyaret etti. Gazetelerde Emine Erdoğan’ın ziyaretin ardından yaptığı açıklamada  "Bu çağda bu vahşet inanılır gibi değil" dediğini okuyorum.
Hakikaten bu çağda bu vahşet inanılır gibi değil!
Arakanlı Müslümanlara yapılanlar korkunç ve insanım diyen herkesin bu vahşete karşı çıkması gerekiyor.
Ancak bu vahşet bana çok daha yakınımızdaki başka vahşetleri hatırlatıyor.

Çözüm değil “Çözümsüzlük Süreci”

Geçtiğimiz ay gazeteci Amed Dicle’nin 2005-2015 Türkiye-PKK görüşmelerine ilişkin kitabı Mezopotamya Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap bu 10 yıl içerisinde Türkiye devleti ve PKK arasında yapılan görüşmeleri belgeleriyle birlikte anlatıyor. 2008-2011 yılları arasında devam eden Oslo görüşmelerinin mutabakat metinlerini de bu kitapla ilk defa okuma şansı elde ediyoruz.
Bu 10 yıl boyunca, perde arkasında PKK ile görüşülür ve PKK yönetimi çeşitli aracılar aracılığıyla ateşkese ikna edilmeye çalışılırken, perdenin görünen yüzünde ise PKK tarafından yapılan ateşkeslere her seferinde devletin saldırı ya da tutuklamalarla cevap verdiğini görüyoruz.

Hedef sıfır kaza, gerçekleşen katliam

Türkiye’de son yılların en ağır işçi katliamı yaşanıyor. İşçiler her gün farklı şekillerde ölüyorlar.
Bundan 3 ay önce Çalışma Bakanlığı “Hedef Sıfır Kaza” kampanyasını başlattı. Kampanyanın 3 aylık sonuçlarına bakalım:

Friday, October 20, 2017

Osman Kavala, one good man

Osman Kavala, one good man

When I woke up this morning, I learned that Osman Kavala, a leading civil society leader and a prominent businessman, had been detained. You already know a lot about him, I would like to tell you some things that you may not know.

I met Osman Kavala 16 years ago during my work in civil society. Osman Kavala was  supporting the women’s rights work that I was very active in.  Throughout the years, I took part in many cultural activities and projects that were organized by him. For many years, I have witnessed his efforts to bring people from different views to the same table from Kars to Muş, Diyarbakır, Antep, Antakya, Mardin, Erivan, Mid Anatolia, Çanakkale, Bursa… He not only invested in culture and art facilities but also in activities supporting children’s rights, poverty, development, the rights of LGBT’s, the peaceful solution of Kurdish and Armenian issues, democracy, freedom and establishment of justice… He has done a lot for this country. Osman Kavala founded Anadolu Culture which has supported local artists all over Anatolia and has contributed to the revival of local cultures and established cultural bridges between different cities, cultures, societies, languages… For many years, they have supported children’s activities, organized art workshops for the children affected by war and supported the establishment of cinema clubs in universities.

Friday, September 22, 2017

Some Notes for the Warmongers

Some Notes for the Warmongers

In the last couple of weeks, İnsan Hakları Derneği (Human Rights Association) Diyarbakır Branch has published an important report on human rights violations between the dates July 24, 2015 and July 24, 2017, which attests to the atrocities faced by our society in numbers.

According to this report, in the last 2 years:

- 771 security personnel and 1307 armed militia died in armed clashes. 51 people were caught in crossfire and died.

- 448 people were killed as a result of extrajudicial killings by soldiers, police or village guards (korucu). Most of these deaths took place during the curfews imposed. 75 of them were children.

-14 people died as a result of armored cars hitting them.

- As a result of armed groups actions, 129 people died all around Turkey, 64 of whom were living in Kurdish cities. In Kurdish region, 14 people died after being detained by armed militia or due to attacks committed by them.

- 15 children died due to mines or residues from armed clashes. 56 people died due to fire opened at people near the borders.

In total 2891 people died. 2891 lives lost, 2891 hearts stopped beating! Those injured can go up to 3000.

Monday, September 18, 2017

Kimsesizler mezarlığı, CHP ve adalet

Kimsesizler mezarlığı, CHP ve adalet


En son Cizre’ye gittiğimde Eskişehir’den gelmiş, oğlunun kemiklerini arayan bir anneyle karşılaşmıştım. Oğlundan neredeyse 1 yıldır haber alamıyordu. Cizre’deki sokağa çıkma yasağı sırasında “Cizre ile dayanışmaya gittiğini” duymuştu. Bu kadar! Şimdi oğlundan varsa kalan bir parça kemiği arıyordu.
Cizre’de halen isimleri bilinmeyen onlarca genç Cizre çocuk mezarlığında yatıyordu. İsimleri bilinmediği için üzerleri numaralandırılmış mezarlarda...
Dün gördüğüm küçük bir haber tüm bunları tekrar hatırlattı bana. Haberde Nusaybin’de yasak sırasında ölen 83 kişiden, 28’inin cenazesinin DNA eşleşmelerinin yapıldığını, ancak savcılık ailelerinin adreslerini kaybettiği için cenazelerin ailelere teslim edilemediği yazıyordu. 83 kişiden bu güne kadar sadece 35 kişinin cenazesi kimsesizler mezarlığından alınıp ailelerine verilmişti. Geri kalan cenazeler farklı şehirlerin kimsesizler mezarlığında yatıyor.

Bir kâğıt parçasıyla özgür medya susar mı?

Dihaber’in Diyarbakır’daki merkez bürosunun kapısına vurulmuş bir mühür. Bir kartona özensizce “693 sayılı KHK’ya istinaden kapatılmıştır” yazıyor. Mavi renk naylon ipliğin bir ucuna dökülen bir mum ve kartona gelen bir damla.
“Bu kadar mı” diyesi geliyor insanın. En zor, en kötü koşullarda, can güvenliği olmadan, bize haber ulaştırmaya çalışan Dihaber’i böyle bir mühürle kapatmak…

Kemiklere saygı

Kemiklere saygı


Önceki  hafta medyada Van Edremit Belediyesi kayyımının, halk plajındaki tarihi höyüğün ve Ermeni mezarlığının üzerine tuvalet yaptırdığı haberleri geçti. Mezarlıktan çıkan kemikler etrafa saçılmıştı. Gelen tepkiler üzerine Kayyım Bey Twitter hesabından bir açıklama yapmış. Açıklamada şöyle diyor:
“Dicle Haber Ajans kaynaklı halk plajının Ermeni mezarlığını tahrip ettiği vs. haberi tamamen yalandır, bu bölgemizde Ermeni mezarlığı yoktur.”
Kayyım Bey ne diyecek, yaptığı rezilliği inkâr etmeye çalışacak elbet. 40 yıllık yaşamımda öyle şeylere şahitlik ettim ki beni bu devletin yaptıkları maalesef şaşırtmıyor artık. Ermeni halkına karşı utançlarıma bir yeni utanç daha eklenmiş, kıvranırken, kayyımın açıklamasının altındaki yorumlara denk geldim. Birkaçını buraya alıyorum:

Onlar diyor siz yoksunuz, biz diyoruz biz varız!

"Ew Dibêjin 'Hûn Tunene'; Em Dibêjin 'Em Hene'!”[1] 
Bundan 4-5 yıl önce Diyarbakır’ın birçok yerinde bu pankartı görmek mümkündü. Özellikle Kürtçeye ilişkin yapılan çalışmalarda kullanılıyordu. Nitekim 29 Ekim 2013 tarihinde bu pankartla ilgili bir yazı yazmıştım.[2] O gün eline Türk bayrağı verilen Kürt çocuklarla şehrin göbeğinde tankların geçtiği büyük bir cumhuriyet töreni yapılıyordu.
Üzerinden neredeyse 4 yıl geçmiş. Bu pankartı ilk gördüğüm belediye kültür merkezi artık yok. Daha doğrusu tüm kültür merkezleri kayyımlarca kapatıldı. Kürt dilinin gelişimi için çalışan hiçbir kurum yok. Hepsi KHK’lar ile kapatıldı.  Türk bayrakları sadece 29 Ekimlerde çıkmıyor ortaya. Tüm Surlarımız, yollarımız, parklarımız, şehrin her köşesi bayraklarla kaplandı. Tanklar mı? Onlar artık günlük yaşamımızın bir parçası, benzerleri olan TOMA, kirpi, akreplerle birlikte…

Friday, September 15, 2017

Diyadin'in Çocukları

Diyadin'in Çocukları


Ağrı, Diyadin, bir fırının önü, sokaktaki güvenlik kamerası kayıtta…[1]
2 yıl önce bugün.
12 Ağustos 2015, saat 20:45. Fırının önünde 3 genç…
Muhammed ve Orhan çalıştıkları fırının önündeler. 16 yaşındaki Muhammed liseye gidiyordu, tüm yaz yakın arkadaşı Orhan ile fırında çalışmayı planlamışlardı. Günlük 10 TL. kazanıyorlardı. Akşam fırına gelmişlerdi, sabah fırını yakmak için odunları hazırlayacaklardı. Fırının hemen önünde Orhan tahta el arabasının üstünde, Muhammed ve abisi ise kaldırımda oturuyorlardı. Ellerindeki cep telefonu ile meşguller. Yanlarından bir sokak köpeği geçiyor.
Kamera kayıtta… Saat:21:00.

“Ulan devlet, mahalleyi de götürdün ya!”

Çok sıcak bir gün. Akşam 6 gibi Suriçi’nin muhtarlarının bir kısmı ile buluşuyoruz. Mahallelerdeki ihtiyaçlara ilişkin kısa bir toplantıdan sonra yıkımın devam ettiği Alipaşa ve Lalebey mahallelerine doğru yol alıyoruz. Çocuklar dar, bazalt taşlı küçelerde oynuyorlar. Kadınlar bir nebze olsun serinlemek için kapı önlerini suluyorlar.
Ramazan ayından sonra Alipaşa’da yıkım hızlanmış. Mahallenin bazı bölgeleri tamamen dümdüz artık. Yıkık alanın içinde ayakta kalan bir ev görüyoruz. Avlusunda yaşlı bir adam oturuyor. Tek başına, yıkıntının ortasında ne yaptığını soruyorum. Ailesinin şehrin başka bir bölgesine gittiğini, ama kendisinin burayı bırakmak istemediğini, o nedenle tek kaldığını belirtiyor.

Bugün, 1 dakika sessizlik lütfen!


Öyle sıradan bir gündü işte. 3 Ağustos 2014. Hava sıcaktı. 2 çocuğu, eşiyle birlikte oturuyordu evde. Ansızın IŞİD’liler köylerini bastı:
“Ansızın bastılar köyü. Şehabî köyünde yaşıyorduk. Bir çocuğum 3 yaşında, diğeri ise henüz 7 aylıktı. Eşimi bizden ayırdılar. Başını kestiklerini duydum. Bizi, kadınları bir araca koyup götürdüler. Çocuklarım kaldı, arkamdan ağlıyorlardı fakat hiçbir şey yapamıyordum. O an çok kötüydü. Koço, Tel Ahfar ve Musul'a beni götürüp sattılar. Burada binlerce esir kadın vardı ve her şey çok korkunçtu.  Aylarca ellerinde kaldım ve onlara yemek yaptım. Genç ve çocuk olanlara tecavüz ediyorlardı, benim gibi daha yaşlı olanlara ise yemek ve temizlik gibi işler yaptırıyorlardı.  Kaldığım evlerde sürekli kadın ve çocuk değişimi oluyordu. Böylece kadınlar defalarca satılmış oluyordu. Yaklaşık altı ay ellerinde kaldım. Bu süre içinde neredeyse delirecek gibi oluyordum. Tecavüz ettikleri çocukların yaşları 3 yaşına kadar iniyordu. Bu tabloya şahit olunca çocuklarımı daha çok merak ediyordum.  Çocuklarımın da bir yerlerde tecavüze uğradığını düşündükçe deli oluyordum…”[1]

Neredesin vicdan, neredesin adalet?

Vicdan ve adaleti bu topraklarda mumla aradığımız günlerden geçiyoruz. Her gün yaşanan adaletsizlik ve vicdansızlıklara ilişkin onlarca mesaj alıyorum. Bunların bir kısmı cezaevine giren yeni doğum yapmış kadınlara ilişkin.

Wednesday, September 6, 2017

Ercan Güneş’in ölümünü neden duymuyoruz?

Ercan Güneş’in ölümünü neden duymuyoruz?

Ercan Güneş Dersimli bir minibüs şoförü. Hani o köyler arası gidip gelen minibüslerden. Dersim Han köyü yakınlarında muhtemelen minibüsü ile giderken (muhtemelen diyorum çünkü olayın ayrıntıları haber sitelerinde yok), kobra helikopterinin bombardımanı sonucu ölüyor. Belki bir Ahmet Kaya türküsü vardı dudağında, belki bir Dersim manisi… Kim bilir! Hiçbir zaman bilemeceğiz. Belki de korkmuştu bombardıman seslerinden, biran önce evine ulaşmaktı derdi.
Bombalar dağlarımıza, taşlarımıza, ormanlarımıza, köylerimize düşüyor her gün. Ercan Güneş o dağlarımıza, taşlarımıza, köylerimize düşen bombalardan biriyle ölüveriyor. Öyle güzel bir Dersim günü, Temmuz ayı, Dersim’in en güzel ayında…

Türkiye’de gazeteci olmak zor; Kürt gazeteci olmak çok daha zor

Türkiye gazeteciler için (gerçek gazeteciler için tabii ki) koca bir hapishaneye dönüşmüş durumda. 150’den fazla gazeteci cezaevinde. İnan Kızılkaya, Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Altan, Turhan Günay, Zehra Doğan, Meltem Oktay, Tunca Öğreten, Mahir Kanaat, Ömer Çelik, Nedim Türfent, Nazlı Ilıcak, Deniz Yücel… İlk aklıma gelenler. Gün geçmiyor ki bir gazeteci gözaltına alınmasın. Birçok gazeteci ise yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Türkiye’de gazeteci olmak gerçekten zor.  Kürt gazeteci olmak ise çok ama çok zor.
Kürt gazeteci iseniz “potansiyel terörist” gözüyle bakılırsınız. Bir haber takibindeyken her an gözaltına alınmanız, kör bir kurşuna hedef olmanız muhtemeldir. Çatışmaların arttığı dönemlerde, çatışmalara paralel olarak Bölgede gazetecilere yönelik baskı ve şiddet de artar. Nitekim sokağa çıkma yasaklarının yoğun yaşandığı dönemlerde yaralanan, hedef gözetilerek vurulan, başına silah dayanan, işkenceye maruz kalan gazeteciler oldu. Bölgede onlarca gazeteci gözaltına alındı, onlarcası aylardır cezaevinde. Ve bu gazeteciler çoğu zaman medyada ufak bir haber bile olmuyorlar.

Wednesday, August 30, 2017

Seyfo devam ediyor

Seyfo devam ediyor


Ermeniler gibi onlar da yürüyorlardı. Mezopotamya’nın kadim evlatları nereye gidecekleri söylenmeksizin yola koyulmuşlardı. 15 Haziran 1915’te başlayan bu yürüyüş, kimse kalmayıncaya dek sürecekti…
Kalan erkeklerin bir kısmı Kürdistan’ın kuytu köşelerinde kurşunlarla katledilecek, kadınlar tecavüze uğrayacak ve satılacaktı. Çocuklar, din değiştirecek, iyi birer “Müslüman Türk” olmak üzere yetimhanelere verilecekti. Süryanilerin Seyfo (Kılıç/ Kılıçtan Geçirme) adını verdikleri 1915 olaylarında 500 bine yakın Süryani böyle katledildi.
Yüzlerce Süryani köyü yakıldı, yıkıldı. Süryanilerin yurduna ıssızlık çöktü.

Gizli toplantı falan yok, ajan yok; komplo var, iftira var

Çeşitli insan hakları kuruluşlarından temsilciler 5 Temmuz günü Büyükada’da bir atölye çalışması sırasında gözaltına alındılar. Atölye çalışmasının konusu insan hakları savunucularının çalışma, iletişim ve bilişim güvenliği alanında kapasitelerinin arttırılmasıydı. Çalışmanın içeriğini Türkiye’de hak savunuculuğu alanında çalışan birçok insan biliyor,   çünkü toplantıya hak savunucusu ve insan hakları alanında çalışan farklı kişi ve kurumlar da davet edilmişti.
Elbette bu atölye çalışmasının içeriğini bu operasyonu yapan güvenlik güçleri de biliyor. Yandaş basında yazılıp çizilen iftira ve karalamaların doğru olmadığını gayet net biliyorlar. Gizli toplantı falan olmadığını, ajan olmadığını, ortada bir komplo ve iftira olduğunu biliyorlar.

Kayyım-kıyım-yıkım

Kayyım-kıyım-yıkım


Her gün kayyımların yaptığı yeni bir vukuat medyaya yansıyor. Geçen hafta Mülkiye’den sevgili hocam Baskın Oran bu vukuatların ufak bir kısmını sıralamıştı.[1]Baskın Hoca’nın sıralamasına birkaç tane de ben ekleyeyim:
Kayyımlar hemen hemen her ilde Kürt belediyeler tarafından kurulmuş kadın politikaları müdürlükleri ve kadın merkezlerini kapattılar. Van’da Alo Şiddet Hattı bile kapatıldı. “Kadından otobüs şoförü olmaz” denilerek kadın otobüs şoförlerinin işlerine son verildi. Bu konuda daha önce detaylı olarak “Kayyım Kadından Ne İster” diye yazmıştım.[2] Belli ki kayyımlar Kürt belediyelerinin geliştirdiği kadın-erkek eşitlikçi yaklaşıma karşılar. Yine bölgede ismi değiştirilen parklar, sokaklar, kapatılan tiyatrolar, kültür merkezleri kayyım deyince ilk aklıma gelenler.

Kadınların barış sürecine dâhil edilmesi: Kadınları saymak değil saydırmak!

Geçen hafta İstanbul’da sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, milletvekilleri, siyasi partiler, gazeteciler, aktivistlerden oluşan bir grup kadın Operation 1325 isimli sivil toplum örgütünün organizasyonuyla bir araya gelerek, kadınlar ve barış süreçlerini konuştuk.
Birleşmiş Milletler 2000 yılında, 20 yıllık bir çabanın sonunda, 1325 Sayılı Kararı kabul etti. Bu karar kadınların barış süreçlerine daha etkin katılımını öngörüyor. Operation 1325 ise  Birleşmiş Milletlerin bu kararının ülkelerde uygulamasını geliştirmek üzere kurulmuş bir örgüt. Örgütün amacı kadınların barış süreçlerine katılımını arttırmak, bu çerçevede Birleşmiş Milletlerin üyesi olan ülkelerde bu konuda karar alıcıları, sivil toplumu ve halkı etkilemek için tartışma ve diyalog platformları yaratmak.

Friday, August 25, 2017

Zırhlı araçlar neden hep Kürtlere çarpar?

Zırhlı araçlar neden hep Kürtlere çarpar?

Sadece son 1 hafta içerisinde Lice’de zırhlı aracın çapması sonucu 8 kişi öldü.  Bir ay önce de zırhlı araç, evin içine kadar girerek, uyudukları yatakta “çarpmıştı” Furkan ve Muhammed”e. Temmuz 2016’dan yana bölgede zırhlı araçların çarpması sonucu 25 kişi yaşamını yitirmiş durumda. Bu 25 kişinin içinde 4 yaşındaki çocuktan, 85 yaşındaki Pakize Nene’ye kadar birçok insan var.
Önceki akşam yönetmenliğini Kazım Öz’ün yaptığı, 1930 Dersim katliamının anlatıldığı Zer filmini izledim. Film tek kelimeyle muhteşemdi. Filmin içinde birkaç sahnede yoldan ardı ardına geçen zırhlı araçlar görünüyor. Nitekim filmin sonunda yönetmen ve oyuncularla yapılan söyleşide bir seyirci “Bu sahnelerin nasıl çekildiğini, zırhlı araçların nereden bulunduğunu, kiralanıp kiralanmadığını” sordu.  Yönetmen Kazım Öz bu sahnelerin kurgu olmadığını, filmi çekerken zırhlı araçların yollardan geçtiğini söyledi.  Kısacası bu anlamda Bölgede kurguya gerek yok, ya da bir film için gidip zırhlı araç kiralamanıza… Yollarımız tank, TOMA, kirpi, akrep… Her türlü zırhlı araçla dolu zaten.

Gültan Kışanak: Tutsak edilen ben değilim, yerel demokrasidir

2 hafta önce Belediye Başkanlarımız Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın neden cezaevinde olduklarına dair bir yazı yazmıştım (Gültan Kışanak ve Fırat Anlı neden 225 gündür cezaevindeler, biliyor muyuz?)[1] Her 2 dava da hukuk faciası örnekleri. Yarın Gültan Kışanak’ın duruşması Malatya’da görülecek. Gültan Hanımın yarın yanında olamıyorum, ancak savunmasını sizlere ulaştırmak, cezaevindeki Belediye Başkanımızın sesini sizlere duyurmak istiyorum. Bu nedenle 18 sayfalık savunmasından bazı bölümleri sizlerle paylaşıyorum.
Sözü Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Gültan Kışanak’a bırakıyorum:

“Devlet gölge etmesin, başka bir şey istemiyoruz”

Tıklım tıklım haldeki Suriçi’nin Gazi Caddesi’nde ilerlerken, bir yandan da Kürtlerin hayatı ne kadar hızlı toparladığını düşünüyorum. Hep yıksalar da Kürtler bıkıp usanmadan yaşamı her seferinde yeniden kuruyorlar. Uzun yıllar çalıştığım boşaltılmış ve yakılmış köylerde hayranlık duyduğum noktalardan biriydi bu. Ne olursa olsun toprağına dönmeye çalışmak, yıkılan evini, hatta bazen tekrar yıkılabileceğini bile bile yeniden kurmaya çalışmak, her yıl evin yeni bir odasını özenle yapmak…
Caddede ilerlerken kalabalığın içinde eli kalaşnikoflu özel timler de yürüyorlar. Kalabalıktan dolayı onlardan birine çarpıyorum hafifçe. İrkiliyorum. Ama irkilenin sadece ben olduğumu anlıyorum. Eli kalaşnikoflu adamlar buralarda artık günlük hayatın olağan bir parçası.

Hükümet taciz ve tecavüzün normal yaşamın bir parçası olduğunu mu düşünüyor?

Geçen ay Gazete Sûjin’den Şilan Özhan ve Şehriban Aslan uzun bir araştırma sonucu Batman’da onlarca çocuğun istismar edildiğini ortaya çıkardılar. Haberden Batman’da 14 yaşındaki bir çocuğun cinsel istismara uğradığını, daha sonra aylarca fuhuşa zorlandığını, mahkemenin davayla ilgili gizlilik kararı aldığını, olaya ilişkin sadece 3 kişiyi tutukladığını, ve olaya karışan onlarca insanın kefaletle serbest bırakıldığını öğreniyoruz. İddialar vahim. Onlarca çocuğu fuhuşa zorlayan bir çetenin olduğu, yüzlerce erkeğin fail olduğu ve birçok kişinin bu cinsel istismarları bilmesine rağmen sustuğu da söyleniyor.  
Gazete Sûjîn’de, bu erkeklerin bir kısmının ‘kentin tanınmış isimleri olduğu için’ kefaletle serbest bırakıldığını, kefaletle serbest bırakıldığı iddia edilenlerin ekonomik olarak güçlü ya da AKP’yle ilişkili insanlardan oluştuğu öne sürülüyor. Burada mesele cinsel istismarı yapan kişilerin ekonomik durumu, “tanınmışlığı”, ya da herhangi bir siyasi parti ile ilişkileri değil elbet. Çünkü cinsel istismar ekonomik statü, parti, eğitimli, eğitimsiz, makam, mevki tanımıyor. Toplumun her kesiminde, her meslek grubunda cinsel istismara rastlanıyor. Burada önemli olan böyle bir olayla karşılaşıldığında ilgili kurumların, meslek örgütlerinin nasıl tavır aldığıdır.

Gültan Kışanak ve Fırat Anlı neden 225 gündür cezaevindeler, biliyor muyuz?

Gültan Kışanak ve Fırat Anlı neden 225 gündür cezaevindeler, biliyor muyuz?

12 Mayıs günü Diyarbakır Adliyesi'nde mahkeme salonundayız. Hâkim sanıklardan birine dava konusuyla ilgili bir soru soruyor, karşıdaki sanık “Henüz iddianame bana verilmedi, aylardır cezaevindeyim ama neden suçlandığımı bilmiyorum” diyor. Salonda hafiften gülüşmeler oluyor. Tam anlamıyla traji-komik bir dava aylardır Diyarbakır Adliyesi'nde devam ediyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı’nın da tutuklu olduğu dava bu. Dava konusu şöyle:
Diyarbakır Dicle ilçesinin Kurşunlu Köyü'nde DİSKİ su kuyusu bulur. Köye su tesisatı yapılması için DİSKİ işi ihale eder. Bu arada Kurşunlu Köyü'nün AİHM’de köy boşaltmalara ilişkin mahkûmiyet kararı verilen ilk köy olduğunu da belirtelim. 20 yıl sonra Kurşunlu ve civardaki boşaltılan diğer köylerin sakinleri geri dönmeye başlar ama köyde elektrik, su, yol gibi altyapıların yapılması gerekmektedir.

Yoksullukla direniş arasında: Alipaşa

Sıcak bir gün. Arkadaşım Yüksel Genç ile birlikte yıkımın başladığı Alipaşa’ya gidiyoruz. Alipaşa ve Lalebey mahalleri 2009 yılında kentsel dönüşüm projesi kapsamına alındı. Bu projeye dayanarak 2012 yılında Alipaşa’daki evlerde yıkım başladı. Mahallelinin tepkisi nedeniyle, Belediye projeden desteğini çekince yıkım da durduruldu.
Şimdi, 5 yıl sonra, mahallede yıkım tekrar başladı.  Alipaşa mahallesi proje çerçevesinde 2 etaba ayrılmış durumda. Şuan birinci etap, yani 2012’de yıkımın yarıda bırakıldığı alan yıkılıyor. İkinci etabın ne zaman yıkılacağını ise mahalleliler de bizler de bilmiyoruz. Bu konuda ilgili kurumlar tarafından mahalleli aydınlatılmış değil. Görüştüğümüz bir mahalle sakini şöyle söylüyor:

Wednesday, August 23, 2017

Uslu durun Kürtler, barış gelecek!


Uslu durun Kürtler, barış gelecek!

Son 2 yıldır Kürt illerinde yıkım devam ederken bir yandan da AKP’ye yakın cenahın Bölgede yaşayan Kürtlere kimi zaman fısıltıyla, giderek de yüksek sesle yaymaya çalıştığı bir algı var:
“Yakında çözüm sürecine tekrar dönülecek. Siz uslu durun. Devlet eli silahlı olanları bir temizlesin, ondan sonra buraları ihya edecek.”
Şimdi 16 Nisan’da Erdoğan’a Başkanlık rejiminin yolunun açılmasıyla bu “pompalama” iyice artmış durumda.

Bu kent kimin? Alipaşa kimin? Sur kimin?

Bu kent kimin? Alipaşa kimin? Sur kimin?

Çocukluğum Diyarbakır’ın varoş semtlerinden birinde, Şehitlik mahallesinde geçti. Annemler uzun yıllar oturdukları Alipaşa’dan 70’lerin başında ayrılıp Şehitlik’e taşınmışlar. Yaşadığım mahalle ile Alipaşa arasından tarihi Surlar geçerdi. Annemin yakınları, komşuları, arkadaşları Alipaşa’da kaldığı için, annemle onları ziyaret etmek için sık sık Urfa Kapı’dan geçip Alipaşa’ya giderdik.

Alipaşa’ya gitmek bana büyülü bir şey gibi gelirdi. Çünkü Alipaşa’daki yaşam, Sur dışındaki yaşamdan farklıydı. Bazalt taşından yapılmış dar küçeleri benim için doğal oyun alanıydı. En güzel saklambaçlar Alipaşa’da oynanır, beştaş oynamak için en güzel taşlar Alipaşa’da bulunurdu. Herkes birbirini tanırdı. Dayanışma, komşuluk ilişkileri çok güçlüydü. Ekmekler beraber yapılır, yemek komşularla yenir, düğünler mahalle aralarında davul zurnayla gerçekleşirdi. Kadınlar sabahları ilk iş avluları ve kapı önlerini yıkar, kilimler serilir, kahvaltılar birlikte bu kilimlerin üzerinde yapılırdı. Kimiz zaman biz de annemle yetişirdik bu kahvaltılara.

Nedim Türfent: “Tam bir tecrit içindeyim”

Pazartesi günü gazeteci Nedim Türfent’ten bir mektup aldım. Mektup 8 Mayıs’ta yazılmış.
Nedim Türfent, sokağa çıkma yasaklarının yoğun yaşandığı dönemlerde Hakkâri’den yerelden, özellikle insan hakları ihlallerine ilişkin haberleri geçiyor ve sık sık güvenlik güçleri tarafından tehdit edildiğini sosyal medya hesabında yazıyordu. 12 Mayıs 2016’da gözaltına alındı, 13 Mayıs 2016’da tutuklandı. Önce Hakkâri Cezaevi'ne konuldu, 26 Mayıs’ta Hakkâri’den Van M Tipi Cezaevi'ne, 22 Kasım 2016’da Van M’den Van Yüksek Güvenlikli Cezaevi'ne, 23 Ocak 2017’de Yüksek Güvenlik’ten Van T Tipi Cezaevi'ne, 26 Nisan 2017’de Van T Tipi'nden tekrar Yüksek Güvenliğe konulmuş durumda. Bu detayı yazmamın nedeni şu; son zamanlarda yoğun olarak yapılan yer değiştirmeler mahkûmlar ve aileleri açısından bir eziyete dönüşmüş durumda. Her yer değişiminde tekrar sil baştan tüm ihtiyaçlar alınıyor ve yeni bir yere alışma süreci tekrardan başlıyor. 26 Nisan’da getirildiği Van Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde Nedim bir hücreye konulmuş. Hücredeki durumu mektubundan aktarayım:

Tuesday, August 15, 2017

Lale devrinin sonu

Lale devrinin sonu

Nisan ortalarında gazeteler büyük harflerle geçmişti bu önemli haberi: “DİYARBAKIR’DA LALE DEVRİ BAŞLADI.”
Şehrin dört bir yanına yüz binlerce lale dikilmiş, özellikle her iki tarafında Kolordu, Jandarma ve MİT Bölge Başkanlığı binaları bulunan Elazığ yolu sarı, pembe lalelerle donatılmıştı.
Ancak gel gör ki, bir müddet sonra bu görüntüye bakan devlet erkânını sarı laleler rahatsız etmeye başladı. Sarı lale, kırmızımsı gibi duran pembe lale ve yeşil çimlerle birleşince Kürt renkleri gibi anlaşılabilirdi. Çözüm bulundu. Bir gecede sarı lalelerin kafaları koparılıverdi. Ertesi gün, her gün işe gitmek için aynı yolu kullanan bendeniz dahil olmak üzere Diyarbakırlılar  büyük bir şaşkınlık içindeydik. Sarı laleler bir gecede yok olmuştu. Sosyal medya aracılığı ile sarı lalelerin başlarının koparıldığı duyulunca, kayyum tarafından yönetilen belediyeden açıklama gecikmedi. Açıklama şöyleydi:

Olay yerini boşaltın, bir şey yok; sadece 2 Kürt çocuk uyurken ezilmiş!

Olay yerini boşaltın, bir şey yok; sadece 2 Kürt çocuk uyurken ezilmiş!


Geçen hafta röportaj yaptığım bir öğretmen annesinin ölümünü anlatırken şöyle demişti:
“Annemi Sur’da operasyonların bittiği Mart ayında kaybettik. Şehirde cenaze aracı bulmakta zorlandık, çünkü o kadar çok cenaze vardı ki. Hastaneye gittik, annemin cenazesi orada duruyordu. Hemen yanında da başka bir cenaze vardı. Olaylar sırasında ölen 2 çocuk babası bir adamın cenazesi olduğunu öğrendik. Hala kefeninden kan damlıyordu. Biz gözümüzün yaşını sildik, annemiz için ağlamaya utandık. Çünkü annem normal ölmüştü. Annemiz için ağlamaya hakkımız olmadığını düşündük, utandık annemiz için ağlamaya, çünkü utanacak o kadar çok şey oluyordu ki… Kimse kaderiyle ölmüyordu. Kaderinle ölmek buralarda lüks.”
Uzun süredir Kürtler için kaderinle ölmek bir lüks haline geldi. Sadece bu öğretmen değil, şehirde hangi arkadaşımın anne babasının ya da yaşlı birinin taziyesine gitsem insanların dilinde hep aynı şey var: “Buna da şükür. Yaşadılar, kaderleriyle gittiler.”
Silopi’de bir panzerin evlerine girmesi sonucu uykudayken ölen Muhammed ve Furkan’ın resimlerine bakınca aynı şeyi hissettim. Utanılacak ne çok şey var, utanılacak ne çok ölüm var bu ülkede!

Alipaşa ve Lalebey yıkılıyor: “Sanki biri ölmüş gibi”

Alipaşa Diyarbakır’ın üzerine şarkılar, türküler, şiirler yazılmış en eski mahallerinden biri.  2010 yılında Büyükşehir Belediyesi, Sur Belediyesi ve Bakanlık arasında yapılan protokol ile Suriçi’nin bu tarihi bölgesi kentsel dönüşüm kapsamına alındı.  Sonradan Alipaşalıların boşaltmaya karşı direnişi ile geri adım atıldı ve kentsel dönüşüm projesi durduruldu. O dönem mahalledeki yapıların bir kısmı boşaltıldı ve yıkıma terk edildi. Bu boşaltılan yapılar kimi zaman mahalle için de tehlike arz etti.
Sokağa çıkma yasakları sırasında Sur’un bir kısmının yıkılmasıyla birlikte, 21 Mart 2016’da Suriçi’nin yüzde 82’si çıkarılan bir Bakanlar Kurulu kararı ile kamulaştırıldı. Bu karara karşı Danıştay’a başvurulmasına rağmen kamulaştırma itirazları kabul edilmedi.

Friday, May 19, 2017

Amedspor ve direniş!

Amedspor ve direniş!

Amedspor’un son lig maçındayız. Eğer bugün Amedspor-K.Maraşspor’u mağlup ederse ve aynı saatlerde İstanbul’da oynanacak İstanbulspor-Sivas Bedelediyespor maçında İstanbulspor mağlup olursa Amedspor şampiyonluğunu ilan edecek.
Futboldan anlamam, ilgilenmem. Futbolla bugüne kadar ki tek ilgim Amedspor oldu. Daha doğrusu son 2 yıldır, Bölgede savaşın şiddetlenmesi ile Amedspor’un yaşadıkları bu ilgimi arttırdı.
Amedspor’un geçen yıldan beri yaşadıkları malum. Son 2 yılda her türlü ayrımcılık ve ırkçılıkla karşılaştı. Futbol sahasını bir spor sahası yerine savaş sahası sanan onlarca futbolcu Amedspor’a karşı spor etiği içine sığmayan davranışları nedeniyle cezalandırılmazken, Amedspor barış sloganları nedeniyle sürekli cezalandırıldı. Kimileri utanmadan Amedspor’a asker selamı verdi, kimileri “güvenlik gerekçesi” göstererek Amedspor taraftarlarına sahayı kapattı, gittiği birçok deplasman maçında “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atıldı, Türk bayrakları açıldı. Birçok maçta ırkçı söylemlerle karşılaştı. Yöneticileri protokol sıralarında dövülerek linç edilmeye çalışıldı.

Onların KHK’sı varsa, bizim de azmimiz, cesaretimiz ve direnme kararlılığımız var!

Geçen gün Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nden ihraç edilen bir arkadaşımla karşılaştım. İhraç edildikten sonraki süreci konuştuk. Doğrusu morali ve keyfi yerindeydi. Şuan sanatla ilgili ufak bir girişim kurmaya çalışıyor. Gülerek “kayyım aslında bizi işten atmakla bize yardım etti, baksana hepimiz girişimci olmaya başladık” dedi.
Arkadaşım tek değil elbet. Diyarbakır’da ve bölgede binlerce öğretmen, sağlık emekçisi, belediye çalışanları, belediyeye bağlı merkezlerde çalışan tiyatrocular, sanatçılar KHK’lar ile işten atıldılar. Gazeteler, TV’ler kapandı. Birçok gazeteci ve televizyoncu işsiz kaldı. Bu atılmalar,  Bölgedeki çoğu sivil toplum örgütünün de kapatılması ile birleşince şehirdeki ve bölgedeki işsizlerin sayısı epey yükseldi. Bunların çoğu nitelikli, eğitimli, donanımlı işsizler. İçinde şehrin en becerikli mimarları, şehir plancıları, sanatçıları, en deneyimli öğretmenleri, Hemşireleri, habercileri, fotoğrafçıları, müzisyenleri, oyuncuları, doktorları var.
İlk şok atlatıldıktan sonrasında gelişenlere bakalım:

Tuesday, May 16, 2017

Bir zulümler ülkesi: Roboski’den, Ankara’ya, Dersim’den, Bodrum’a…

Dün akşam Roboski’de yaşayan barış aktivisti ve vicdani retçi Yannis Vasilis Yaylalı’nın gözaltına alındığını sosyal medyadan öğrendim. Yannis Vasilis Yaylalı, Uludere’de Roboski ailelerinden bir büyükbabanın cenazesine Bulakbaşı köyüne giderken gözaltına alınmış. 1 saat sonra Vasilis’in yoldaşı, barış aktivisti Meral Geylani aradı ve gözaltı değil, Vasilis’in direkt tutuklandığını söyledi.
Vasilis daha önce de defalarca gözaltına alınmıştı. En son Roboski katliamının yıldönümünde gözaltına alınarak serbest bırakılmıştı. Buna savcılık tarafından itiraz edilmesi üzerine Şırnak Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama kararı verilmiş.

Türkiye’de Ezidiler ne durumdalar?

3 ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’e saldırması sonucu yüz binlerce Ezidi evlerini yuvalarını terk etmek zorunda kaldılar. On binlerce Ezidi sınırı geçerek Türkiye’ye geldi. Bu Ezidiler için Bölgedeki belediyeler olağanüstü bir çaba ile kamplar kurdular. Silopi’den, Şırnak’a, Diyarbakır’a, Batman’a, Siirt’e kadar geniş bir alanda bu kamplar kuruldu. Zor bir dönemdi. Kampları oturtmak hiç de kolay olmadı. Belediyelerin, sivil toplum örgütlerinin, gönüllülerin çabasıyla kamplarda okullar kuruldu, sosyal faaliyetler başladı, kadınlar için üretim atölyeleri oluşturuldu, sağlık merkezleri kuruldu, psikolojik destek verildi, kamplarda kadın merkezleri oluşturuldu. O dönem bu kamplarda çalışan gönüllülerden biri olarak süreci yakından takip edebildim.

Kürtler zulme, baskıya boyun eğmedi, bu da size dert olsun!

Referandum süreci boyunca ‘Hayır’cılar da ‘Evet’çiler de argümanlarını Kürtler üzerinden oluşturup, kendilerini Kürt Sorunu üzerinden konumlandırdılar. Ancak ağır medya baskısı, Kürt illerinde gerek medyanın, gerek sivil toplum örgütlerinin çoğunun susturulmuş olması nedeniyle, bu süreçte Kürtlerin ne düşündüğünü Türkiye genel olarak duymadı. Bu konuda  algı operasyonları hem batıda hem de bölge içinde devam etti. Yok efendim Kürtler evet diyecekmiş, oy vermeye gitmeyecekmiş… Bunun için iktidarın yereldeki görünür ve görünmeyen ayakları yoğun bir propagandaya giriştiler. Son saatlere kadar hala Diyarbakır’da bu kişiler “Evet de çıksa Hayır da çıksa bizim için fark etmez, tek adam gelirse Kürt sorunu daha rahat çözülecek” gibi argümanlarını devam ettiriyorlardı. Başta HÜDA-PAR olmak üzere bazı Kürt grupların Erdoğan’a çalıştığını belirtmeye zaten gerek yok sanırım.

Bir "hain" ve "terörist" olarak HAYIR diyorum!

Bu referandum sürecinde her türlü rezilliği gördük.  Evet propagandası, kampanyaları, bez dövizleri, pankartları iktidar eliyle tüm ülkeyi sarıp sarmalamışken, HAYIR diyenler gözaltına alındı, darp edildi, işten atıldılar. “Hain”, “terörist”, “darbeci”  ilan edildiler. Yalan, iftira, tehditler dolu bir “Evet” kampanyası yürüttü iktidar. Yandaş medya, TV kanalları, gazeteler, yandaş sivil toplum örgütleri, oda ve borsaların, rektörlerin çoğunluğu iktidara çalıştı. Ellerindeki tüm bu fütursuz güç ve yaptıkları baskılara rağmen yine de  HAYIR çok güçlü, ve bunu anlamakta zorlanıyorlar.
O zaman onlara kısaca anlatalım, neden HAYIR diyoruz:

Açlık grevinde bir oğul

Odaya giriyorum. Odada bir sürü kadın hepsi siyahlar içerisinde. Anneye doğru yöneliyorum. Siyah gözlü, siyah başörtülü, dimdik bir kadın. Sarılıyorum. Doğrusu ne diyeceğimi de bilmiyorum.
Aysel İlhan, Şakran Cezaevi’nde açlık grevine giren mahkûmlardan Aslan İlhan’ın annesi. "Bugün 52. gün, ben saydım" diyor. En son 10 gün önce Kızıltepe’den İzmir’e, oradan da Şakran’a oğlunu görmeye gitmiş. Sadece 15 dakika görüş izinleri varmış.
“Buradan oraya kadar gidiyorsun, sadece 15 dakika mı!” diye isyan ediyorum. “Evet” diyor “sadece 15 dakika.” “Ama bu sefer 15 dakikayı bile dolduramadım. Çünkü oğlumun durumu çok kötüydü. Onu konuşturmak istemedim. 2 gardiyan kollarından tutmuştu. Duvarlara tutuna tutuna görüş odasına getirdiler. Mide kanaması geçiriyordu. Görme yetisini kaybetmeye başlamıştı. Sadece çok yakını görebiliyordu.”

Sunday, April 23, 2017

Bir Erdoğan geçti şehrimden…

Bir Erdoğan geçti şehrimden…

Dün geceden beri helikopterler şehrin tepesinde dönüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan gelecek diye şehir 1 haftadır alarmda. Birçok yol kapatılmış, her yer afiş, pankart ve bayraklarla donatılmış durumda. Hepsi birden üstünüze üstünüze geliyor.
Herkes birbirini uyarıyor, “Aman ha bugün dışarı çıkmayın, her yer alt üst” diye. Ancak ben yine merakıma yenik düşerek dışarı çıkma hatasında bulunuyorum. Pankart sektörü kendini aşmış durumda. Şehirdeki üst geçitlere bile bugün pankart giydirilmiş. Şehre giriş yollarındaki her köşe başında tank, toma, asker ve polisler var. Askerlerin elindeki kalaşnikoflar geçen arabalar ve insanlara doğrultulmuş, eller hep tetikte. Hani yanlışlıkla parmağı değse ölüp gideceksin oracıkta.

“Büyük Savaşı” yaşayanların “EVET” demeleri mümkün mü?


Diyarbakır’da şehrin her tarafını “evet” pankartları ile kaplamışlar. Çeşit çeşit bu “evet”ler:
“Alnımız Ak, Başımız Dik, Dik Duruşlar İçin EVET.”
“Milli Birlik ve Kardeşlik İçin Evet.”
“Kararımız Net, Oyumuz Evet.”
“İstikbalimiz İçin Evet.”
“Barış İçin ve Daha İyi Bir Toplumda Yaşamak İçin Evet.”

Kemal

Kemal

2 gündür Kemal Kurkut’un  resimlerine bakıyorum. Newroz sabahını düşünüyorum. Kemal evimin sadece 500 metre ötesinde vurulduğu sıralarda çocuklarıma kahvaltı hazırlıyordum muhtemelen. Sonra Newroz için giyindik. Yürüyerek alana gittik. Meğer Kemal ölmüş o ara.
Newroz’da “bir canlı bombanın etkisiz hale getirildiğini” duydum, o kadar! Nasıl oldu da canlı bombayı yakalamışlar diye düşündüm, o kadar!
Gün boyu bir daha da düşünmedim, o canlı bomba kimdi diye…

Newroz mesajı: Buradayız, ayaktayız ve politikalarınıza “HAYIR” diyoruz!

Oldukça soğuk bir Newroz sabahı. Yürüyerek alana ulaşıyoruz. İkinci güvenlik aramasında sıkıntı yaşıyoruz. Newroz tertip komitesi tarafından gönderilen isimliklerimizin üzerindeki 2 resmin yasaklandığını söylüyor polis.  İsimlik üzerinde yazan Newroz 2017 yazısının yanında bulunan Demirci Kawa resmi ve ismimin altında bulunan zafer işareti resimleri yasaklanmış. “Nasıl yani, zafer, barış işareti de mi yasak?” diye soruyorum.  Polis Demirci Kawa resmini yırtıyor, “Bu yasak” diyor, zafer işareti resmini de alta doğru kıvırıyor, “Bu da görünmesin, yoksa geçemezsiniz”  diyor. Devletin Demirci Kawa ve barış işaretinden korktuğu günlerden geçiyoruz.
Uzun bir yürüyüşten sonra alana ulaşıyoruz. Soğuk ve yağmura rağmen yüz binler alanı doldurmuş. Onları görünce umutlanıyorum. “Bravo Amed, bravo!” sözcükleri dilimden dökülüyor. Alanda kadın aktivistlerden birini görüyorum. “Bak, bu insanlar ölümü göze alarak buraya geldiler” diyor.  Uzun süredir şehirde Newroz alanında saldırı olabileceğine ilişkin endişeler vardı. Buna rağmen alanı dolduran kalabalığı görmek herkesi mutlu ediyor.